6 Aralık 2012 Perşembe

yastık adam

ankaraya kısa bir süreliğine gittiğimde hemen tiyatro biletleri alınmştı. en sevdiğim hayatımda sanırım en özel olan sahne şinasi de. oyunla ilgili hiç bir fikrim, ön bilgim yoktu. aslında bu oyuna tam da böyle gidilmeli.
o yüzden bu oyuna gitme ihtimaliniz varsa, bu yazıya devam etmeyin.

ankara seyircisine değinmek istiyorum ilkin.ankara seyircisi hem çok güzel hem çok kibar. böyle tiyatroyu sosyal etkinlik olarak bir tüketme amacı olarak değil de gerçekten saygı duyulan bir iş olarak niteliyorlar, önemsiyorlar ben de bunu çok seviyorum. istanbulda maalesef bu pek yok.

tıklım tıklım bir salonda güç bela herzamanki gibi önde gelmeyen kişilerin yerine geçtik. sahne açıldı.
oyunculuklar muazzamdı. istanbulda üst üste çok da başarılı olmayan oyunlar izlemiştim yastık adam hepsi üstüne bir sünger gibi kuruldu karşımda. oyunculuk için hiç bir şey söyleyemiyorum ama asıl benim söylemek istediklerim metine.
eşsiz bir metin. evet oyunculuk, dekor hepsi çok güzeldi ama metin.. ben ne kadar içten pazarlıklı bencil bir insanmışım onu anladım. benim o kadar güzel hikayem olacak hepsini de bir oyunca kullanıcam. peeh ben resmen türk dizi senaristi gibi her sezon birini işlerdim ne diyeyim. o ara hikayeler o kadar kusursuz o kadar güzeldi ki birine bu oyundan başlayacak olsam direk hikayelerden başlıyorum. hikayelerini o kadar seviyorum ki ana konuyu unutuyorum. oyun çok yüksek bir yerden başlıyor. ve sen daha fazla tırmanamaz derken nerede olduğunu şaşırıyorsun. katuryan'a üzülüyorsun, sonra abisine sarılıp ağlamak istiyorsun. fareler ve insanlar geliyor aklına. leninin çaresizce george bakıp yaptıklarını düzeltmesini istemesini hatırlıyorsun. aynı iç çekişle.
katillerin suçlu olmadığı bir oyun bu. bulunamayan bilmeceleri olan. kafa kurcalayan, tırnak yedirten.

zor bir oyundu. izlemesi gerilimi oynaması her şeyi zor bir oyundu. beklenmeyendi. büyüleyendi adeta. hiç bir abartısı, göze sokması olmayan elini üstünde gezdirdiğinde bir gram çapağı olmayan son zamanlarda izlediğim en güzel oyundu.

en içime dokunan da sanırım, en sevdiğim, yastık adam michal'e geldiğinde michal'in o boktan hayatı sırf bu hikayeleri sevdiği için yaşamayı kabul etmesi olmuştur.

5 Aralık 2012 Çarşamba

herkesin bildiği sırlar

geceleri pek fena yağmurlar yağıyor bu ara.
gündüz de yağıyor ama işi gündüz yağmak olduğundan değil. sanki gece her şeyi bitirememiş de ertesi güne sarkmış gibi. bazen insan öyle kavga ediyor. içinden bişiler demiş de sonu kavgaya denk gelmiş gibi. başını hiç bilemediğimizden, (bilemediğinden bilemediğimden bilememesinden) barışamıyoruz. barışmak bir yana kavgamız büydükçe büyüyor.




herkesin ilişkisinde sırları var. bu sırlar çevresinden sakladığı değil. sevgilisinden sakladıkları. bal ayında içi atmakta sıkılınmayan ama zaman geçtikçe içte büyüyen minik sırlar. bu oyun bunlara dairdi. çok güzel bir oyunculuk vardı. çok güzel gidememe vardı. çok güzel sarhoşluk vardı. özlediğim tiyatro gibi tiyatroydu. küçük sahneyi ben ayrı bir seviyorum sanırım. ordaki oyunları hep bir beğeniyorum. 

kavga ederek tutkularını yaşatan çiftler var. biz de onlardan biriyiz. kumandalar gibi tekleyen eski tüplü televizyonlar gibi vurunca düzelen her şey gibi. kavga ettikçe rahatlıyoruz. ama işte hani diyor ya sen karşındakinin hayalindeki olmadığını anladığında ya da kaşındakinin hayalindeki olmadığını anladığında işler sarpa sarıyor. araba freni boşalmışcasına bir duvara tosluyor. bundan sonra iki yol var. ya hurdacı ya da ordan burdan parçalarla tamir etmek. ve sonra elimize aha şimdi doğan bir eskisi gibi olmaz sorunsalı. 

ve daha da güzeli eskiden nasıldı ki sorusu aslında..


 oyun gayet sade, yalın sıcaktı. dekoru güzeldi. kostümleri güzeldi ifadeleri güzeldi. bir de o kadar gerçekti ki oyunun oyunluğu hakkında yorum yapamıyorum. tabiki aslında çok klişe bir konu. zaten adı üstünde herkesin bildiği sırlar. ama yine de insanı dürten konular. fotoğraf banyosu ile ilgili benzetme çok güzeldi mesela.
"bir fotoğraf çekersin, karanlık odaya gidersin, banyo edersin ilacı dökersin heyecanla bi de bakarsın istediğin bu değildir."
hani o da güzeldir kötü değildir. ama senin çektin sandığın şey o değildir. bozuk değildir. sadece sen başka bir şey çektin sanmışsındır. bu kadar basit.
ilişkilerde haklı haksız yoktur. suçlu suçsuz yoktur. sadece kendini ifade edememe. ve bizim büyük çaresizliğimiz beklentilerimiz vardır. o kimselere söylemeden içten içe beklediklerimiz. bize sunulan şeyleri bile göremeyecek kadar çok yolunu gözlediğimiz şeyler.





22 Kasım 2012 Perşembe

sergei trofanov.
yıllar sonra bana tekrardan resim yapma isteği getirmiş adam kendisi. 4b 5b kalemler almak lazım bak şimdi. doğru çizgiyi bulana kadar hafif hafif karalamak lazım. doğruyu bulana kadar denemek lazım. doğruyu bulunca tam ne oluyor peki? kilit gibi düşün işte. şifreli kilitler gibi. doğru kodları girince kendiliğinden açılıyor ya hani. öyle.
kararlar alıyoruz. sonra sıralıyoruz. bazı şeyleri erteliyoruz. erteledikçe isteksizleşiyoruz. erken yatıp erken kalkmak lazım. ben bunu bilir bunu söylerim.

14 Kasım 2012 Çarşamba

kaplumbağalar da uçar



gergedan mevsiminden önce diğer filmlerini bi izlemek lazım dedi sezgi. benim okula gidesim yoktu zaman geçmek bilmiyordu ben de onlayn izlersem izleyeyim diye oturdum. kalkamadım. 
nasıl bu kadar gerçek bu kadar yakın zamana dair, bu kadar geride, bu kadar ilkel ve bu kadar ironik bir film  yapılabilmiş çok merak ediyorum. o kadar ince bir konu ki bahsolan. çocuklar ve hatta savaş kapıyı iki defa çalmadan önceki çocuklar...
filmin görüntüleri, tabloları, diyalogları her şeyi kusursuzdu sanıyorum. hiç bir duygu sömürüsü içermiyordu. dokunuyordu ama bütün gerçekliğiyle dokunuyordu. kurşundan yapılan kolyesiyle, olmayan kolla göz yaşını silmekle, görmemekle, kırmızı balıklarıyla her şeyiyle kaplumbağalar ne zaman uçar diye sordurtuyor. 
bahman ghobadi'nin aklına bu isim edindiğim bilgilere göre savaş sırasında bombaların etkisiyle havalanan kaplumbağalardan esinlenerek gelmiş. ya da başka bir rivayete göre uçmak isteyen bir kaplumbağanın hüzünlü bir hikayesinden.
her nasılsa ismi cismi her şeyi etkileyici ve özenilmiş bir film.
oyunculara gelince, nasıl oynatılmış o çocuklara bütün bunlar bilmiyorum. tüm oyuncular amatör demeye gerek yok sanıyorum. mayın dendiğinde benim hep gözlerim dolar. "çünkü mayından kahpesi yoktur" demiş yılmaz erdoğan bir mektubunda. daha mayın dendiğinde benim gözlerim yanmaya başlarken kolu bacağı olmayan çocukların mayın topladığını görmek sabah sabah beni inanılmaz hırpaladı. sırf gerçeklere götümü dönmekten hoşlanmayan biri olduğum için filmi kapatmadın sanırım. o kadar içim acıdı ki. 
savaş savaş diye tükrükler saçan insanlar geldi aklıma. dilin ne önemi vardı ki söz ettiğimiz insan olduğunda. bu uğurda daha hiç bir şeyi bilemeyen sormayı bile akıl edemeyen çocukların annelerinin dillerinin ne önemi vardı? 
savaş her yerde en çok en anlamayana zarar vermiyor muydu?

sanırım bir savaş üzerine yapılmış en güzel en gerçek savaşa beş kala filmi benim için. bir de bambaşka bir boyutu var filmin... agrin.. o küçük güzel kız. elinde bir çocuk. herkes için kardeşi. 
dokunmak bile istemediği bir çocuk.
dokunmamak için kendini öldürmek istediği.

"intihar etmeden önce son bir kere soyunmak" agrinin uçuruma yürürken terliklerini çıkarması. yaklaşık 3-4 hafta önce bir kadının metro raylarına atlamadan önce elindeki şeyleri perona bırakması. köprüden atlamadan önce adamın montunu çıkarması. son bir kere bir şeylerden kurtulma isteği. halbuki ne önemi var ki?

13 Kasım 2012 Salı

The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore



sevgili murat bunu izlersen bana haber et.
sevgili muratla haberleşme şansı olan kimse bunu izlersen murata haber et.

düğün şarkısı


tek kişilik oyunları ayrı bir seviyorum ben. bir gün mutlaka sahnede tek başıma olma hayalimde var hani. tek başına bütün derdini bi başına anlatmak. tek başına oynadığında her şey senin elinde. bakacağın noktalar, replikler... aslında en çok tek kişilik oyunlarda 4. duvar duvarlılıktan çıkar. çünkü partnersizliğini seyirciyle paylaşırsın. bunu dozunda yaptığında hoş dururken abarttığında tiyatroluktan çıkar.
düğün şarkısı ise her yönüyle tam, eksiksiz, ne fazla ne az bir oyundu. dolu dolu bir oyunculuk, bir jack daniels dolusu, daha meydana dökülmemiş ama kursakta her an bırakıverilcek hıçkırık, bir avuç göz yaşı ve bolcana  mutsuz kendini kandırmaya çalışan kadın kahkahası.
ben onu daha ilk görüşte tanırım. hayal kırıklığını sahnede, sokakta, otobüste, durakta, facesta partide hemen anlarım. boyasanız da anlarım yapıştırsanız da.

"ne yaptın aşilyus bize ne yaptın?"

bu konumuz değil. aşilyus bir erkek ne yaparsa onu yaptı. şaşırtmadı.
bizi karşımızda mükemmel türkçesi ve enerjisiyle harika kostümler içerisindeki kadının hayalleri de şaşırtmadı.
bir kadın geldi. güzelcene pofuduk bir yatağın üzerine oturdu ve bize her şeyi en başından anlattı. ben de anlatmak istiyorum bazen. çayın altını kısıp gelip her şeyi en baştan. sonra biraz karıştırıp dur şimdi sen şu ipin ucunu bi tut ben bi koşu diğer tarafları anlatıcam demek istiyorum. anlatırken karıştırınca ama çok karıştırınca bi yandan da çözebilecekmişim gibi çözemeyince bir yerleri uydurup inandırıp inanacakmışım gibi. ofelya çözebildi mi bize anlatırken? bilmiyorum şuan sanırım sonunu bile hatırlamıyorum oyunun. ama bize her şeyi en başından nasıl anlattığını nasıl her şeyi aşilyusla ilk bakışmalarından,  dünkü kına gecesine kadar.. kına gecesinde özgür bıraktıkları kuşlara kadar her şeyi sanki bizzat bende ordaymışım gibi hatırlıyorum. her şeyi o kadar güzel mimledi ki berrin akhasanoğlu sahnede tam olarak neler vardı neler var gibi davranılmıştı çıkaramıyorum.
gerçekten bi adamla mı dans etti yoksa manken miydi o? ben gerçekten birine sarılmışım gibi hissettim.


aşilyusu affettik mi? hayır affetmedik. korkakları biz hiç bir zaman affetmeyiz çünkü. kaçanları, öyle olması gerekmişti çok özür dilerim insanlarını, ceplerinde her zaman her durum için mazeret taşıyan insanları ölünce bile affetmeyiz. aşk olsun diyip geçemeyenlerdeniz. bu sebeple biz ofelya gibi her fırsatta papatyalarla süslü at arabasına kadar tahayyül edilmiş hayaller taşımıyoruz. ne zamandır taşımıyoruz?


neyse bu son paragrafı geçelim oyundaki ani duygu değişimlerindeki başarı her ne kadar oyuncununsa monologlardaki akıcılık, ikircilik ve tek kişilik bir oyunda, sahneden bir sürü karakteri bu kadar gerçekci geçirmek de sanırım civan canovanın oyun metninin başarısı.
"hayat bütün planlarımıza rağmen sürüp giden şeydir." çok acımasızca.
planları alt üst eden ne?
aşilyus mu? yoksa aşilyusu tanımadan hayal kuran ofelya mı?
aşilyusu ofelya mı tanımadı, aşilyus mu yanlış tanıttı?
ben neden sürekli bir tanık bir sanık arıyorum? bazı cinayetler faili mechuldur, bazılarınınki maktuldur.



"“Benim minik kuşum…” demişti babam, evlendiğim gün. “Demek uçuyorsun?” Ama ben… 
Uçamadım."

17 Ekim 2012 Çarşamba

açıl kafam açıl

geçen cuma gittik bu oyuna cevahir sahnesinde. tam da cevahir sahnesinin genişliğine göre bol alanlı güzel bir müzikaldi. müzikal kısmı pek haraketli eğlenceli insanı oyundan koparmayan cinstendi. oyunculuğunu ben biraz abartılı bulduk açıkcası. aslında metinde biraz abartılıydı. tamam tiyatro toplumun aynasıdır ama ben aynaya baktığım anda kafamın arkasını da görmüyorum mesela. biraz fazla ve yalın mesaj kaygısı oyunu basitleştirmiş. oyunun girişi çok başarılıydı. sanırım girişinden evvel dekor başarılıydı demek lazım. otel ve odalar başarılı bir şekilde yansıtılmış. her yerde bir hareket olması daha bu başlangıçtan insanı daha bir başka beklentiye sokmuştur aslında. o odalar sanki hep dolu olmalıydı da unutuldu gibi hissettim. ben öyle insandan dekorları seviyorum.
oyunda maskeli balo sahnesini sevdim sanırım en çok. klasikti ama güzeldi.
artık her yere konu olan meşhur devlet daireleri sahneleri de güzeldi ama çok benzerlerine benzerdi.

12 Ekim 2012 Cuma

hayvanat bahçesinden kartpostallar

benim bu filmi sevmem lazımdı. çok sevmem lazımdı. alıp sarılmak istemem lazımdı. olmadı. hayvanat bahçesi vardı. güzel kadın vardı, kovboylu sihirbaz vardı, zürafa vardı. zürafanın karnına dokunma hissi vardı. ne de güzeldi halbuki.
evcil dünyadan vahşi doğaya salıverilen hayvan değil de insan olsun bu sefer denmiş. insanı kısmen korunmalı bir bölgede büyütüp sonra insanlığın içine salıverilince ne olcak denmiş gibi. ama bi tarzan değil. zira filmde minik kızımızı yine insanlar büyütüyor. ama evcil hayvanlarla büyüyor, minik kaplanlar, aslanlarla, uzun bacaklı zürafalarla sadece onlar hakkında bir şeyler bilerek ama çok iyi ve ayrıntılı bilerek büyüyor. ama insanlığın içine hatta bir masaj salonuna geldiğinde bile göze batan bir bocalama yaşamıyor. hemen uyum sağlıyor. sadece hayvanları yıkamaya, masaj yapmaya alışmış elleri erkek bedeninde biraz hoyrat kalıyor.

filmde çok çok hoş sahneler, anlar vardı ama sanki daha başka çok güzel şeyler varmış da o sahneler yanmış o yüzden bunlarla idare etmemiz lazımmış gibi bi hava vardı. böyle tuhaf sahne değişmeler insanın içinde bi tamamlanmamışlık hissi uyandırıyordu. hani böyle bi rüya bitmeden uyanmış gibi. sanki hep giriş bölümünde kesilmiş gibi.

bunun yanı sıra hayvanlarla olan çekimler ve özellikle kızın kaplanla diyaloğu çok sevimliydi. kadına zürafayı en güzel hayvan olarak belirleme hususunda yüzde yüz katılıyorum. bir de aslında bu yarı korunaklı insanlıktan kısmen uzak hayvanat bahçesinde bile güzelliğin belli kalıplar içinde olduğunu anlatılıyordu aslında lana bir yandanda. "kadının uzun inca bacaklısı ve uzun boyunlusu güzel olur" tıpkı zürafa gibi. bunu zürafayı sevdiği için mi kadına bu özellikleri yakıştırıyor yoksa kadına bu özellikler yakıştırıldığı için mi bütün bu özelliklere aşırı da olsa haiz olan zürafayı güzel buluyor biraz muallak. zürafanın bu zarifliğine karşı aslında ne kadar sorunlu olduğu o incecik bacaklarının üstünde kelimenin tam anlamıyla bir ömür geçirdiğini bilmek ise aslında bu filmden öğrendiğim bir şey değildi. yekta kopanın daha önce tanışmışmıydık adlı kitabındaki bir öyküsünde rastlamıştım.
"Bomboş bir bahçede zürafalar görüyorsun. Dişi zürafa dünyanın en
hüzünlü canlılarından biri. Hüzünlü olduğu kadar çaresiz. ince uzun
bacaklarını kırarak oturamadığı ya da yan yatmayı baþaramadığı için
doğum sırasında oldukça yüksekten düşecek olan yavrusunu
kaybetme korkusuyla geçiriyor hamilelik dönemini. Sonra doğum anı
geliyor. Yüzyıllardır süren gelenek değişmiyor ve doğanın zürafaya
verdiği kabiliyetsizlik sonucunda yüksekten düşerek doğmak zorunda
olan bebek zürafa, ilk nefesinden itibaren bir yaşama savaşına
başlıyor. işin acısı bu ilk savaşında düşman bir anlamda annesi.
Doğum sırasında anne zürafanın altına bir ağ gerilmesi gerektiğini
düşünüyorsun. Sonra bir anda kendini göbeğinde bir kordonla
düşerken görüyorsun. Hafif ıslak, şaşkın ve çırılçıplak, aşağı doğru
süzülüyorsun. Altında ağ yoksa düşüp ölebilirsin. Kısa bir an tepende
ne olduğuna bakıyorsun, sonra gözlerin ya ağ yoksa korkusuyla aşağı
doğru dönüyor ve aşağıda..…" 

filmde en sevdiğim şey hızlı değişkenli elbiseydi ondan bulup almalı. böylelikle sabah okula akşam tiyatroya gece asmalıya eve hiç uğramadan gidilebilir.
bir de su aygırının olduğu havuza yağmur yağışı vardı ki o benim en sevdiğim. en bayıldığım yerdi.

filmin konusu zaten tamamen kitapçıkta bahsolan kadar. dönmeye çalışması gibi bi şey yok ama. varsada filmdeki yanan sahneler arasında onlarda varmış. ben böyle daha bir o masumiyeti kaybetme falan gibi bir şey bekliyordum ama olmadı. ya da belki ben anlamadım hatta sonunda zürafanın karnına dokunurken tekrardan o masumluğu saflığı kazanıyordu da ben bilemedim.


4 Ekim 2012 Perşembe

filmekimi-düşler diyarı-no-onur savaşı

youtube ta hangi yeni türkü şarkısına bassam hüzünlü çıkıyor. yeni türkü dinleyicisi diye geçinirken bilmediğim bir sürü şarkıları olduğunu farkettim. canım acıdı.
ben şarkının sözlerini dinlerim. sen melodisini.
ben sahnelere bakarım sen repliklere.

bozuk para tamircileri dükkanlarını daha yeni kapatmışlardı. halbuki nöbetçileri olmalıydı. nöbetçi bozuk para tamircileri olmalıydı bu şehirde. nöbetçi mahkemeler vardı ya mesela. onun gibi. her sorunda nöbetçi mahkemeye gidilmez ama. neyde gidilir bilmiyorum geç kaldım o derse. 12:30 dersine geç kalmakla ünlüyümdür ben.
evi dinliyorum. ev çatırdıyor. huzursuzlanıyorum. dudak ısırtacak dost çatlacak bir filmekimi serisi yapamadım ya ona yanıyorum.
ilk 3 filme aynı gün gitmem sanırım bunda etkili.
düşler diyarı,
no,
onur savaşı.

kafamda bu üç film şehirden uzakta yaşayan bi grup insan içinde küçük kızı babası cesur olması için gaza getirir kız o kadar gaza gelirki şiliye gidip referandumda no der akabinde kızın babasının en yakın arkadaşı kıza tecavüzle suçlanmaya başlar ve kız bunu onur savaşı haline getirir.

tamam tamam abartıyorum. durum bu kadar da kötü değil. düşler diyarı çok hoş tatlı bir filmdi. filmdeki oyuncuların hiç biri oyuncu değilmiş. halktan kimselermiş. ama çok iyiydiler. doğaldılar. bilhassa hushpupy film de ısrarla cimcime olarak çevrilmişti pek bir sevimliydi. filmden sonra berkayla arby'se gittik. kıvrık patatesleri yerken çocuğumun saçları böyle olsun istiyorum dedim. berkay perma yaptırırsın dedi. perma yıpratır sen hiç bi şeyden anlamıyorsun dedim. halbuki perma demesine şaşırmam gerekirdi. belkide hepsi benim zihnimde olup bitti. filmde küçük kızın babasına ölsen hiç üzülmem hatta mezarının başında koca bir pasta yerim diyişi vardı ki oy oy oy dedim.

no ise kimselere söylemedim burda söyleyeyim bildiğin kapitalist bir filmdi. yani kapitalist ağır oldu tamam geri alıyorum. kapitalizmi kapitalizm silahıyla vuran bir filmdi o zaman diyelim. bir de ben o adamo çok seviyorum diyelim. hem de epeyi.

bu ara belgesellere sardım. mısırda geçen bir adamın gölgesinde bir diye bir belgesel izledim. sonra irandaki devrim sürecinde insanların nasıl baskıya alındığını sinemaların o dönemde nasıl değiştiğini neden nasıl yakıldığını anlatan bir belgesel izledim. bir de üstüne bu no. delirecek gibi oldum. her yerde aynı hikayeer var. ben insanların aynı hikayeleri yaşamasına sinir olurken bir de her ülkede aynı sorunlarn aynı şekilde cerayan etmiş olmasına çıldırdım. insan her yerde bu kadar aynıyken sorunların her yerde çözümsüz olmasına üzüldüm. tarihin tekerrüründe un olmaktan korktum. filmde tahminen şöyle bir replik vardı:
"evet efendim 15 dakika evet propagandası 15 dakika hayır propagandası yapılacak. ama endişelenmeyin aslında 15 dakika hariç hep evet propagandası yapılacak"
pazarlama diye bişey var ben ona inanıyorum bu filmde tam onu diyor.

onur savaşını sevmedim. yani isveçin manzaraları dağları negzelmiş dedim. erkeklerinin tersi pismiş dedim. içmeyi bilmiyorlarmış dedim geçtim o kadar. ha sıkılmadım izlerken ama beni mutluda etmedi hani. gitmesem de olurmuş.


pttkitap.com diye bir şey var. kargo ücreti almıyormuş. 10 lira üstündeki siparişlere. dibimde kitap festivali varken gittim ordan sipariş verdim 2 kitap ne desem kendime bilmiyorum. evde kitap koyacak yer yok diye ders kitaplarını almıyorum. odamdaki geçen seneden kalma kitapları toplamaktan itina ile kaçınıyorum. pencereleri kapama mevsimi geldi ama pencereleri kapamıyorum.


agent dash var bi tane. her derde deva.

27 Eylül 2012 Perşembe

her paragraf bir halaydır.

filmekimi için çılgın planlarımız vardı ama olmadı. sözde cuma gecesi taksimde sabahlanacak beyoğlu önünde kahvaltı yapılacak biletleri alıp eve gelip sızılacaktı. onun yerine saat 4 civarı curcuna'nın tuvaletine işemek akabinde gelen jager shot'un 10 lira olduğunu görüp ayol ingiltereden 5 tanesi 10£ görgüsüzlüğü yapılıp eve dönüldü.
saat 11'de bilgisayar açıldı zibil gibi bilet olduğu görülüp yea bitmez bunlar yea kalır denip normal yaşantıya devam edildi.
pazartesi akşam üstü beyoğluna gidildiğinde ise sukut-u hayal ete kemiğe bürünüyordu. bütün biletler tükenmiş ek seanslara en önce boyun felç tehlikesine karşı uyarıyla yer bulunabiliyordu.
sonuç olarak sadece 5 filme bilet bulabildik.
hayvanat bahçesindne kart postallar
düşler diyarı
no
itaat
onur savaşı.

amour zaten aralıkta vizyona geleceğmiş dedik. meleklerin payıda keza o yüzden üzülmedik. vodefone indirimini kanımızın son damlasına kadar kullanıp çok deli ekonomi yaptık.

3 vakte kadar sahaf festivaline gideceğim. liste yapıyorum. kitap ekliyorum.

anna dostoyevskinin dostoyevskiyi anlattığı kitabı yaz başında okumuştum. ama ne hikmetse son 20 sayfasını okumamıştım. dostoyevski ölüyor diye okumamıştım aslında. onu okudum. dostoyevki öldü. sanki gerçekten dün gece benim odamda öldü.

sabaha karşı çok tuhaf bir rüya gördüm. rüyamda kütüphane gibi bir yerde oğuz atayın oyunlarla yaşıyanlarını ve günlüğünü çalıyordum öğlen okula gittiğimde sıranın altından bir bilim adamının romanı çıktı. tuhaf bi tesadüf gibi geldi bana. kitabı orda bıraktım. alsa mıydım?

semerkant'a başladım. bu ara sanki hayatımda ilk defa kitap okuyor gibiyim.
camus'un yabancısınıu kalıcı hafızamda tutamıyorum. hep ben o kitabı okumadım diyorum. sonra biri bi şey söyleyince a evet okudum diyorum. tuhaf hep bunlar.

kolumda kabuğu tam koparılmalık oynanmalık bi yara var. yapmıyorum ama. büyüdüm ben. oynarsam iz kalır. bu güne kadar oynadığım ve iz kalan yaraları düşünüyorum. üzülmüyorum. hiç bir şey hissetmiyorum. iz insana ne hissettirir ki zaten. sadece hatırlatır. ben yabancıyı bile hatırlamıyorum.

24 Eylül 2012 Pazartesi

to do list desem değil sussam gönül razı.

yatmadan önce ertesi gün için plan yapma sezonu resmen açılmış bulunuyor.


  • kalkabildiğin kadar erken kalk.
  • saçını yap.
  • montu iade et.
  • taksime git.
  • bilet kalmış filmekimi filmlerini tırtıkla.
  • sonra okula git.
  • kitapları öğren.
  • piyasa araştırması yap.
  • yeni kitaba başla.
  • matbaa araştır.
  • fiyat al.



hepsinin yarın içerisinde yapılması mümkün değil. o yüzden çeşit çeşit elekler kullanıyorum. olduğu kadarlarlarla yetiniyorum. hayırlısı be gülüm diyorum.
gül demişken bugün gülcü teyze çıkarmasından kaçamadık. utku yok teyze biz gül sevmiyoruz ot veriyoruz birbirimize dedi. kadının o andaki azarlaması ise dillere destan idi. "ot mu be abim bu kız? gül gibi kız, gül al."
uzun uğraşlar sonucunda o kazandı. utkuda bozuk olmaması sonucu çantamda bulduğum 1 lirayı teyzeye vermemle beraber kendi gülümü kendim almış özgür kız imajımla kadıköy semalarında adeta havam bin 500 idi.

kadıköy demişken şu istanbulda en sevdiğim yer moda sanırım. ayrıca istanbulda güneş de en güzel ordan batıyor hani.

13 Eylül 2012 Perşembe

bugün çok uzun zaman sonra beyazıttan eminönüne yürüdüm.
istanbul o kadar güzeldi ki bugün, gidip bi yere oturamadık.
galatadan geçerken tam ortasında bi sigara yaktık.
sonra vapurla kadıköye geçip, inmeden geri geldik.
deniz anlaşılmaz dalgalıydı. muhabbet bile fark edilmesine mani olamadı.
ezilenler okuyorum. dostoyevski senden adam olmaz diyorum. rulet masasında her şeyimi bırakıp dönerken bütün sokak lambalarını bir bir kırıyorum.



not: ansızın çıkan toolbarlar var ya, allah onun belasını versin başka da bi şey demiyorum ben.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Azraili Beklerken

Jeki bud, JEKI nabud..

bu filmi festivalde kaçırdığım için epey üzülmüştüm. vizyona gidince adeta koştur koştur gittim. istanbulda sadece beyoğlu sinemasında oynuyordu. ve salonda iki kişiydik.
mükemmel bir filmdi. uzun süredir bir filmden bu kadar etkilenmemiştim. üstüne bir şeyler yazmak istedim ama ne yazıkki anca 3 ay sonra yapabiliyorum.
ingilterede bir arkadaşla konuşurken filmin gerçek adının " Poulet aux prunes" erikli tavuk olduğunu farkedince bir afalladım. sinemada izlerken buna dikkat etmemiştim.ne alaka yahu dedim. geçen gün izlerken erikli tavuğun Nasar Alinin en sevdiği yemek olduğunu gördüm. ama ben azrail'i beklerken ismini daha çok sevdim.

film başlar başlamaz elini uzatıyor insana. hadi bakalım gel şimdi burda olan burda kalsın biz senle şöyle bir geziye çıkalım diyor. adeta alice'in bir tavşanı izleyip de gizli dunyalar keşfetmesi gibi sigara dumanının büyüsüyle insan ayaklarının yerden kesildiğini çok başka bir yere gittiğini hissediyor. açıkcası ben de her insan gibi bu filmi persapolis referansıyla izledim. ancak persapolisten çok farklı bir havası vardı. bazı eleştirmenler animasyon olmasa da persapolisi tekrarlamaktan öteye geçmemiş gibi yorumlarda bulunmuş onlara ne desem bilemedim.


filmin hangi sahnesi aklıma gelirse gelsin gülümsüyorum. sahnelerinin büyüleyiciliğini düşündükçe mest oluyorum. küçük çocuğa hayran oluyorum. amerikan aile babasına karnıma ağrılar girinceye kadar gülüyorum. lilinin yorumlarına bayılıyorum. sonra lilinin yüzüme üflediği bir sigara dumanında kafamı tutamıyorum.

 filmi dün internetten izledim bir kez daha. sakın siz yapmayın derim. çevirisi berbat. mesala bu yandaki sahnede esasen "hayat... bu konuda ne düşündüğümü bir bilseniz.." diyor. ki benim için filmin en güzide en içime dokunan sahnesiydi. öncesinde lilinin hayatını anlatan kısım ise hiç bir şekilde anlaşılmayacak biçimde çevirmiş. çevirenin gözlerinden öpüyorum.


filmde beni bir diğer derinden etkileyen sahne, -düşünce ne desem bilemedim- annesinin nasser ali'ye yeter artık benim için dua etmeyi bırak ölemiyorum senin yüzünden demesi. filmi internetten izlerseniz o sahneyi de anlamanız mümkün değil. zira çevirmen adeta benim için sadece dua et gibi bir şey diyerek her şeyi mahvetmiş. annesinin cenazesindeki mezarın üstündeki duman ve o sıradaki diyaloglara ise ne desem bilemiyorum. çok uzun süredir bu kadar şeyi barındıran bir film görmemiştim sanırım. 
nasser alinin kimse tarafından anlaşılmayan aşırı melankolik dramı, sanatçı naifliği kırılganlığı ve tahammülsüz canavarlığı arasında gidip gelişi. muzip çocukları.. ve lanet karısı! normalde üzülürüm ben öyle insanlar içinde ama bu kez o lanet karısına hiç üzülmedim. hiç affetmedim. 

1 Ağustos 2012 Çarşamba

birleşik krallıkta bir cevelan.

brighton eye
1 aydır burdayım ve artık deneyimlerimi aktarmak istiyorum. öncelikli amacım google "brightonda ne bok yenir?", "ingilterede ne yapılır" brighton da hayat" gibi cümleleri aratanlara bir nebze yarar sağlamak. aslında burda öğrendiğim maddi çakallıklara bolca yer vereceğim. yediğim kazıklar size de girmesin diye bir ön bilgilendirme yapıp ama heyecanını kaçırmamak adını fazla spoilera yer vermeyeceğim.

şimdi brightona gelecekseniz gatwich havaalanına inmeniz yararınıza olur. ordan hemen trenle yarım saatte brighton tren istasyonunda olursunuz. ancak kalacağınız yer hove da ise hove station daha mantıklı olabilir. yani gelsinler beni havaalanından alsınlar gibi bir saçmalığa girmeyin.
ingilterede hava nasıldır?
ıslaktır. aşırı soğuk diyemem ama istanbul sonbaharını biraz daha yağmurlaştırın (yaklaşık hergün) işte ingiltere havası oldu size. aynı gün içinde dört mevsim geyiğini türkiyede yapanın ağzına vururum demek isteyeceksiniz zira 5 dakika yağmur 5 dakika güneşli bir hava hakim. bu sebeple kıyafetlerinizi tşort üstü hırka üstü yağmurluk şeklinde ayarlamanız yararınıza olur.
yağmur yağdığında panik yapmayın. hiç durmayan yağmur çok ekstrem bir şey. genelde bir kuytuya geçip 10 dakika beklerseniz ya da bir dükkanda bir şeylere bakıyor taklidi yaparsanız çıktığında dinmiş olduğunu göreceksiniz. güneş gördüğünüz anda işi gücü bırakın ve sahile koşun. çünkü bir daha öyle güzel hava bulamayabilirsiniz. zaten burda biraz güneş açınca herkes soyunuyor. otobüslerde bikinili insanlar görmeye başlıyorsunuz.

ulaşım konusunda brightonda o aylık bilet alınacak başka yolu yok maalesef. epey pahalı aslında ama başka yolu yok. gerçi küçücük şehir mesafeler de çok uzak değil. şemsiyeyle yürüme seven biriyseniz otobüse binmeden her şeyi halledebilirsiniz.
ingiltere pahalı memleket. tek ucuz şey clublardaki alkol sanırım. o da belli günlerde belli clublarda. 1£da viski kola içebiliyorsun 1.25£da vodka redbul. ama sana tavsiyen jögerbombs denemen. türkiyeye döner dönmez bunu mekanlarda yayıcam. böyle bir içecek olamaz. muazzam. clublarda fiyatlar ucuz ama kalite pek yok. açıkcası istanbul gece hayatını tercih ederim. ama ingiliz barları çok eğlenceli. özellikle irishpublar favorim. bira publarda biraz pahalı. ilginç bir şekilde vodka nın 2£ olduğu yerde bira 4£ olabiliyor.

poundland'den şemsiye alayım deme. sana tavsiyem paşa paşa şemsiyeni türkiyeden getir. zira burda güzel şemsiyeler pahalı ucuza aldığım şensiyeler 3 günlük. herkesin ucuz ucuz diye bayıldığı primark çılgınlığına kapılma. tamam ingiltere standartlarında aşırı ucuz ama çok da kaliteli değil.
yeme içme. işte bu konu çok karışık. tamamen neyle ne kadar doyduğuna göre değişir. ama ortalama 5£ ve aşağısına karnınızı doyuruyorsanız iyidir. tescodan sandviç işine girebilirsiniz. fiyatları 1.75-3£ arasında değişiyor. keyfinize göre bulmanız olası. italyan restoranlarından itinayla kaçının hem pahalı hem porisyonları epey küçük. türk restoranları ise biraz kuşkulu. evet porsiyonları çok bol. ama utku bir süre take away bir türk pizzacıda takıldı adam kendi dükkanında yapılan pizzayı yemiyormuş öyle diyeyim.

londraya gidiş. okul turlarına londra için pek kulak asmayın derim. 3-4 kişi oldunuz mu adam başı 8£ vererek gidiş dönüş ve londradaki bütün underground sistemini kullanabileceğiniz kartın sahibi oluyorsunuz. rehbere falan gerek yok bir adet harita ile istediğiniz her yere gidebilirsiniz. londrada ulaşım ağı mükemmel. her yerden her yere çok kısa sürede gidiliyor.
ilk londraya gidişimizde biz sadece yürüyerek keşfedebildiğimiz yerleri keşfedip sadece romantizm yaşadık. ikinci gidişimizde ise rotamız şöyleydi:
victoria->notting hill(notting hill'e cumartesi gitmenizi öneririm zira güzel bir pazarı var festival gibi. ayrıca çok mükemmel bir deniz ürünleri tabağı yedik. tadı hala damağımda. 5£ bir kap içerisinde alabildiğine okyanus lokumu kalamar ve diğer deniz ürünlerinden koyuyorlar epey tok da tutuyor hani. tavsiye ederim)->baker street (sherlock holmes'un evini gezmece, bu konuda bilet kesmiyorlar içerden bir broşur gibi bir şey alıyorsunuz ve onu gösteriyorsunuz. çıkan birinden o broşürü alırsanız ücret ödemeden girebilirsiniz.) ->regent park->oxford-> olimpiyat stadı->london tower (buranın yakınlarında themes nehrinde tur yapılıyor güzel bir tur. katılmanızı tavsiye ederim. ücretini bilmiyorum zira biz bir turist gurubunun arasına kaynayıp kaçak girmiştik)->westminister->londoneye->big ben->buckingham palace->victoria.

hyde parka gidecek zamanımız olmadı ama bir kez daha londra seferi yapalım diyoruz parkları da o zaman gezeceğiz.
bu arada londrada bütün undergroundu günlük kullanma bileti 7£. ve çok enteresan bir şekilde o biletle brighton'a dönüşteki turnikede açılıyor. bu yararlı bilgiyi biz kullanmadık ama belki sizin işinize yarar. ayrıca londrada bisiklet kiralamakta epey ucuz ve güzel bir sistemi var. şehrin her yerinde o bisiklet kirama veri var. 1£a günlük kiralayabiliyor ve istediğin istasyonda bırakabiliyorsun.
londrada ne yenir bilmiyorum ama big benin ordaki tescodan şarap alıp gece bigben altında şarap içmek pek bir keyifli.


evet sanırım şimdilik bu kadar. aklıma geldikçe ekleyeceğim. iskoçya macerasında görüşmek üzere.

not: bu içerik zaman içerisinde daha fazla fotoğraf ile zenginleştirilecektir.

24 Temmuz 2012 Salı

çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen?

"canım sıkılınca bir sigara yakıyorum. içince öksürüyorum, öksürünce tükürüyorum, tükürünce damağım kuruyor, hemen şarap içiyorum, fakat bütün bunların bende bir alışkanlık yapmasından korkuyorum.
bu düşünce bende efkar yapıyor, hemen bir sigara yakıyorum, her efkarlandığımda sigara yakmamın bende bir alışkanlık olmasından korkuyorum. ben canım sıkılınca sigara içiyorum ve yıllardır çok acayip sıkılıyor canım. "



Ferhan Şensoy efenim. saygılar.

30 Haziran 2012 Cumartesi

bakalım kahramanımızı neler bekliyor?

bir ingiliz, bir italyan bir ispanyol bir ben ve bir de max. max bir köpek.

yavaş yavaş azaldı çevremdeki türk yoğunluğu. ve en son böyle bir dağılım oldu. bu kadar tebdili mekandaki ferahlık oranını keşfetmek adına yepis yeni bir yazı dizisine başlıyorum.
öncelikle biri bana bu sol mantığını açıklasın. düşünüyorum, bakıyorum, çözemiyorum. oturtamıyorum kafama. sağdan gidilir lan! sağdaki merdicevden inilir, sağdakinden çıkılır. resmen biri bugün beni çekmiş olsa komik videolarda izlesek sandalyeden düşesiye güleriz. zira resmen 3 kere yürüyen merdivene koşu bandı muamelesi yaptım. sorun ben de değil siz de demek istedim. 
ingilterede kadınlar korkunç. kesinlikle konuşmayı denemeyin. ama özellikle orta yaşı geçkin titanicteki kaptana benzeyenler bildiğin şeker. 
şimdi tren bileti aldığımızda üstünde neler yazar? kalkacağı saat, varacağı yer, peron falan değil mi? yok burda abuk subuk zilyon sayı yazıyor. bir gerizekalı ben miyim diye gittim sarışın ingiliz metrocusuna sordum: dedim, "how can i understand the peron number when i look the ticket" dedim. o da gayet basit "you can't understand it" dedi. müneccim miyim ben nasıl anlayacağım peki demedim. büyük ihtimalle hep aynı perondan aynı tren kalkıyor. çok hoş ama yeni gelen biri ölsün mü? her neyse bu arada boş trende ağlayan erkek melankolikliği gördüm. göğsünü gere gere kükreye kükreye türkçe telefonda konuşan amca gördüm.  
burda her yer yemyeşil. insanlar nerde yaşıyor çok ilginç bu büyük krallık bence mal. akepe gibi güzel yeşil alanları otellere falan satsa ya. 
neyse. 
trenden indim, freeshoptan alınma ucuz djarumumu tellendirdim. biraz üşüdüm. önümü kavşurdum. taksiye atladım. taksiler mavili beyazlı. bir sarı taksi değil. cins cins bir de.
 bu arada önüme çıkan her insana bende bir sim kart var burda çalışır dediler ama içinde kontor yok nerden yüklenir diye soruyorum. insanlar unicorn'umun benzini bitti sadece dizelle çalışıyor, nerde satılır diyormuşum gibi sim kartı markasını daha önce hiç görmediklerini söylediler. neyse ben bindim fransızca aksanlı taksime, bi de ona acayım derdimi dedim. ayıpsın ablası dedi. el freniyle bi telefoncuda durdu. git sor bakalım ben bekliyorum seni dedi. cansın dedim can! neyse yükleme yaptım ama telefon hala çalışmıyor bu apayrı bir konu. anafikir fransızca aksanlı taksiciler candır.

italyanca aksanlı ingilizceden henüz bir bok anlamıyorum ama. onu bi köşeye koyalım. bu akşam dışarı çıkmaya hevesliydim aslında ama akşam yemekte adeta ölmek üzere olduğu farkettim. ispanyol arkadaşa bu gece bekleme beni sehir defterine başkası yazsın dedim. inzivaya çekildim.
şuan cümlelerim çok tuhaf. yemekte "we can go outside yarın"  dedim. ahahha. ama o yarını o kadar doğal o kadar içten o kadar gerçek söyledim ki. sonra ablamla skype yaparken ispanyol kız geldi "i'm going" dedi. ben de aa çıkıyor musun? iyi eğlenceler çok güzel olmuşsun dedim. ama türkçe dedim. sonra aynı anda gülmeye başladık. aynılarını bir de ingilizce söyledim rahatladık. 



28 Haziran 2012 Perşembe

yeni eski

şimdi aniden çıkıp gelsen kapıyı çalsan sana dolu dolu gözlerimle açarım kapıyı. sen noldu der panik olursun hemen ben elinden tutar salona getiririm seni. bilgisayarın yanına otururuz. yüzünü aptal bir gülümseme alırç bildiğin tınılardır elbet. ses de öyle keza. ama sözler? ben bilmiyordum bu şarkılarını. sıcak bi şehrin esintili bir gecesinde çalmamışlardı bunları dersin ben gözlerimi siler gülümserim sana, yeni albüm çıkarmışlar şaşkın derim. hem de neredeyse 1 ay olmuş haberim daha yeni oldu derim. eski şarkılar gibi aynı dersin. ondan sevdim ya derim. eski şarkıları gibi. eskisi gibi. yeni şeylere tahammülüm yok.
sanki bir yanımız böyle gitmez derken, diğer yanımız dönmek mümkün mü dönmek, onca yollardan sonra yollara düşmek diyormuş gibi...
sanki sevgin bana taşmadığın da kuru bir dala benzerim diceğime o kadar sevdim ki resmini diyecekmişim gibi. o kadar tanıdık bir dokunuş gibi, sanki yüz yıllardır beraber uyuyormuş gibi. yatakta hep o kadarlık bir çukur varmış gibi..

ben hala ne zaman trt de yeni türkü yedikule zindanları konseri çıksa her şeyi durdurur onu izlerim. bütün şarkıların sırasını bilirim. 2 arkadaşa mesaj atarım belki. gözlerimi kapar, kocaman gülümsememi alır eşlik ederim şarkılarına.

şimdi yepyeni bir albüm çıkmış. hem de ankaralı. ankaraya öyle yakışırdı ki kar lı...
istanbullular bilmez, ankarada kar yağarken bambaşka bir müzik olur.
yeni türkü şarkıları çalarken içimde bambaşka sular ısınır.

çayırlı çimenli bir yeni türkü konseri bulunup gidilmeli. tez zamanda. konserde tek tek şarkılar ezberlenmeli.

"sevmek bir halkı sevmek ise aşk o zaman sevmekmiş."

8 Haziran 2012 Cuma

1

"hepimiz acılarımıza bağımlıyız, insan olduğumuzu anca acı çekerek anlıyoruz" dedi. ya da buna benzer bir şeydi bira sigara karışımı kokan nefesi her şeyi bulanıklaştırıyordu. o ısrarla bir şey söyleyeceği zaman kulağıma doğru değil burnuma doğru eğiliyordu. kirli sakallı yüzünün yaklaşıp uzaklaşması midemi zaten yeterince bulandırıyordu.
hepimizin tuhaf tuhaf takıntıları vardı o zaman. itiraf ederken utanıyormuş gibi yapacak kadar çaresizdik. ilgi çekmek için hepsini kendimiz uydurmuştuk oysa. daha o zamanlar sigaradan bi bok anlamadığımız için ne bulsak içiyorduk. sigara zamlanmamıştı o zaman. daha otlakçılara o kadar kötü bakılmıyordu. sigaralar hep masalara konuyordu. paketler karışıyordu. kaçak piyasası bu kadar revaçta da değildi. üç beş güzel kokulu özel sigara almak için düşüyorduk alt yola onun haricinde sokağın başındaki büfe önünde 2.50 toparladık mı bütün anadolu bizimdi. içli öpüşmeleri sevişme sayıyorduk daha o zaman. sonra bir daha hiç içli öpüşemedik ve bir daha hiç bir sigara o kadar genzimizi yakmadı. bağlaçlara ihtiyaç duyuyorduk, noktalı virgülün anlamını yerini ve önemini daha çözememiştik ama havalı duruyor diye kullanıyorduk.
böyle bir kafadaydık ve mesanem patlamak için geri sayımını eksilerde arttırırken o beni masanın en köşesine sıkıştırmış kalabalıklar içinde yalnız kalmaktan bahsediyordu. muhabbete başka birilerini dahil etmeye çalışıyordum. ayıp olması konusu vardı o zaman. bak demek ayıp olacak diyecek durumdaydık o zaman. samimi değildik. samimiyeti biz çocuklukta bırakmıştık. derken bir fırsatını bulup birasigarakarışımınefesli adamı birine satabilmiştim. tuvalete gittiğimde çilem daha dolmamıştı. meşhur kızlar-bar-tuvaleti muhabbetinin tam ortasında bulmuştum kendimi. aslında hepimizin tek ortak noktası tek kabinin boşalmasını beklemekken bir anda siyah saçlı gotik kızın berke'yi yeni sevgilisiyle görmesini hep beraber dert edinmiştik. talihsiz bir dönemdi. gotik kızların hepsi berk berke cem can gibi kişilere aşık oluyordu. ben aman boşver diyip tek ayağım üstünde çişime baskı uygularken arkadaşı makyajının akmaması için ağlamaması gerektiğini söylüyordu. makyaj akmasın diye ağlanmaması gerektiğini bir türlü öğrenemedim ben. berkeye olan nefretimizi bar tuvaletinin tek kabininden çıkmayan kıza yönlendirme çabalarım sonuçsuz kaldı. tek başıma kapıyı beş altı kez çaldım. içerde biri var mı ölüyor mu anlamıyordum. gotik kız "sanırım içerde biri yok" dedi.    "ne bokuma bekliyoruz o zaman senin de beynin yok" demek istedim. ama daha önemli bir işim vardı. sonrası büyük şenlik. gürültülü bar müziğini bastıran şırıltı bir özgürlük şarkısıydı adeta. çıktığımda gitmişlerdi. bizim hiç bir zaman ortak bir derdimiz olmamıştı onlarla. onlar gerçekten tuvalet sırası beklemiyorlardı, berkede benim umrumda değildi. böyle saimiyetsiz anlık ilişkilerimiz vardı o zaman. ellerimi yıkarken aynadaki görüntüm çarptı gözüme. akmış kalemime baktım. düzeltmeye çabalarken daha da yaydım. yapabileceğim hiç bir şey yoktu zaten kafamda epey güzeldi. hayır henüz ağlamamıştım.
eski yerim dolmuştu. ağızdaki paslı metal ve sigarabira kokusunu çekici bulanlar vardı demek. boş bir yere iliştim. eteğimi çekiştirdim. bunu gören bir başkası "toplumun üstümde yarattığı etek çekiştirme baskısından" sazı eline aldı. yok iranda adamlar saçtan tahrik oluyorlarmış, burda bacaktan memeden rusyada hiç bi şeyden. kulağına eğildim. belki de daha çok porno izlemelisin dedim. sustu. hepimizin büyük çaresizlikleri ve acıları vardı o zaman.
halbuki en büyük hayal kırıklığını daha hiç birimiz yaşamamıştık. yıllarca aranan eski sevgili kokusuna çok sonra bir gün çamaşır asarken rastlamıştım. o kadar özelleştirilen kokunun yumuşatıcı pembe yumoş olmasıyla daha erken yüzleşmiş olsak belki hayatı çok daha basit yaşardık. ama dedim ya o zaman her şeyi özelleştime ve büyütme dönemindeydik. Özal'dan övgüyle bahseden bakkaldan sakız almıştık hepimiz. özelleştirmelere açıktık. aslında birazda muhtaçtık.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

20 saat sonra sene başından beri hiç girmediğim dersin şıllık ay pardon yıllık sınavı var. cuma günü 987656789 sayfa kitabı olan dersin yıllık sınavı var ben embesil gibi şu cümleyi selim mi söyledi hikmet mi dedi yoksa turgut olric'e mi itiraf etti diye kafayı yiyorum. oğuz atay yazmıştı diyip çıkamıyorum işin içinden. işin içinden çıkmak bana göre olmadı. işin içinden çıkmam için her şeyi değiştirdim. kombine mi yırttım yaktım maçtan 4 gün önce taraftar kartla statda kuyruk bekledim. bu kadar çok meraklısı oldum içinden çıkılamayan işlerin. saçlarımı düğüm yapıp çözmeyi sevdim. halbuki vakti zamanında kırık saçı kökünden koparır kırıklarla işim olmaz derdim. şimdi tutam tutam yolmak lazım o zamanki aklım burda olsa. neyseki yok. şimdi karmaşa kargaşa ve bilumum osuruk kokan şeyleri seven zihnimle her zamanki gibi gerçek hayat gayelerinden kaçmak için tolstoyun kadınlarını düşünüyoruz. anna karaninayı düşünüyoruz. krutzer sonat taki madam pozdnişev gerçekten kötü bir kadın mıydı yoksa ne bokuma o satırları yazdı diye kafayı yiyoruz. hep beraber tolsyoyun kıskançlık buhranlarını çekiyoruz. "'bu arada bir de sadece benim, umduğumdan cok farkli bir sekilde karımla geçimsizlik yaşadığım, başka ailelerde boyle gecimsizliklere rastlanmadigi dusuncesi istirabimi iyice artırıyordu.. o zamanlar henüz, {Henüz durum bugünkü gibi açık ve seçikbir bakıma da belirsiz değildi} herkesin ayni durumda olduğunu, herkesin aynen benim gibi, yaşadıklarının tamamen kendi kişisel mutsuzlukları sandıklarını ve bu yuz kizartici mutsuzlugu sadece başkalarından değil, kendilerinden bile gizlediklerini, kendilerine itiraf etmeye yanaşmadıklarını bilmiyordum" yok artık diyoruz. baş ağrılarından müzdaribiz. baş ağrılarımızı bumeranglaştırmışız. atamıyoruz.
evi götüren boka nereye diye bağırmak istiyorum. hayır şuan sana engel olacak güçte değilim. zamanımda yok ama nereye götürdüğünü bileyim. bi boş vaktimde alırım belki gibi.
klasik müzik insanın sinirlerini ehlileştiren bir şeydir.
aklınızda bulunsun. fiziye kreutzer sonat yazın. sinirlerinizin kırbaçlandığını hissedeceksiniz. kırbaçlanan ata sarılıp ağlayan niçeler ise hemen koşacaktır. onlar zaten hep pencere pervazlarında beklerler. hayat çok anlamsız ama intihar da çok saçma lan diyen felsefe mi olur (sonuna küfür isteyen cümleler) "uff snn be slk.s" kafası bütün felsefelerin üstündedir bence.
o değil niçenin kadınlarını da bi ara düşüneyim ben. salome'ye falan sarayım.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

çok güzel şeyler okumak istiyorum. ama böyle o kadar güzel ki enginar yemişimde su içmişim tadı kalsın ağzımda.

sandalyede bağdaş kuran ama iş ucurumun kenarına gelince korkanlardan mısınız?


ayaklarımı mı tutsam aklıma mı koşsam, vucut bi yerde hepsini toparlayacak. du bakalım.

4 Mayıs 2012 Cuma

milenyum şişirilmiş bir balondur.

ayaklarımı sehpaya uzatıp sırtımı koltuğun minderine 38 derece açıyla koyup popomu koltuğun bitiminde biraz önceye ayarladımmıydı gözlerimi dikiveriyorum bordo (katalogta hitit kırmızısı diye geçiyor) duvara. işte her şey bundan sonra başlıyor. başlıyor diyince siz esaslı bir "action" bekliyorsunuz. bu da ondan ama bir sanat filmi "action"ından. bu pozisyonda durabildiğim dakikaları denize atsam dünyanın üç bölü dördü değil 4 bölü 5i su olurdu. 1 bölü onbeşlik bir artış için mi bütün bu yaygara dersen "senin dünyan çok küçük. küçük aptal" der güler geçerim.

venedik bize doğru geliyormuş. bu hızda gelirse 2000 yıla el sallamalık mesafede olacakmış.
-sahilde karşılayalım onları meraba deriz.
-merabadan ne anlar onlar şaşkın velkom deriz.

şimdi hep bordo duvara bakıyorum diye bi şey yok. bazen de tavanın beyaz pürüzlerinde noktaları birleştirmece oynuyorum. sonra içini boyayamıyorum. içini boyayamamak içime dert oluyor. bastıra bastıra boyamadım ben hiç küçükken. sahip olduğum en iddialı şeyler milenyum botlarımdı. zaten her şeyin sorumlusu şu milenyum denen menem şey. ben küçücük bir kız çocuğuydum o zaman. üst tarafa "99" diye tarih atmalara pek özenirdim. zaten "1"lerim hiç güzel olmalıştır benim. "99" karizması bambaşkayken ben ilelebet "99"da kalıcaz sanırken milenyum dediler. aslında demediler. 2000 yılında en çok bu tartışıldı. 2000 milenyum değil 2001 olunca milenyum olacak dediler. ama ben 2000 yılında milenyum botlarımla salına salına salındım.

(şimdi bi google'a bakayım dedim size 35 numara milenyum botlarımı gösteremeyecek olsam da rengi hakkında bir şeyler diyeyim diye düpedüz alçaklık. metalik griymiş milenyum rengi. halbuki yaklaşık 12 senedir benim için milenyum rengi bordoydu. parlak bordo. al başına bir hayal kırıklığı daha. )

-her neyse iş bu yazıda milenyum rengi parlak bordo olarak kabul edilmiştir.-

salına salına salındım fiilinin abzürtlüğünden ve bozukluğundan devam edecek olursam, konumuz kaybettiklerim değil. konumuz milenyumun şişirilmiş bir balon olması ve benim için hala patlamamış olması. ben sırf o uzatlmış milenyum geyikleri yüzünden büyüyemiyorum. "10 sene önce" dendiğinde 90ların başına gidiyorum. 90ların başında ben daha nerlerdeyim?
yeni yaşımı kullanmaya başlayalı yaklaşık olarak bir 5 ay oluyor hala alışamadım.
gerçi uzun süredir kullandığım üst solunum yolları da geçen fail verdi. nefes al komutu karşısında mavi ekranla dolaştık bi süre kasayı yan yatırınca düzeldi.

2012 uzak bi tarih. bilim kurgu filmlerindeki tarih adeta.
hala ışınlanamamak ise içime en çok dert olan.
neyseki mikrodalgada mısır patlatabiliyoruz ve çok hoş oluyor.
ders çalışmak için kızlar renkli renkli kağıtlar almışlar. hepsinden origami yapmak istiyorum. renkli kuğlar yapmak istiyorum. parçalı origami yaparken rahatlayacak bir cinnet eşiğindeyim.

mutsuzluğunu hayatıma sıçıp sıvayan insanlardan nefret ediyorum.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

yeraltı-ndan çıka-mayan patatesler.

"hadi efendim iş cetvelle aritmetiğe dayanınca iki kere ikinin dört etmesinden başka çıkar yol olmazsa iradenin ne hükmü kalır? iradem karışmasa da iki kere iki dört ediyor. irade bu mu demek?
*
elbette şaka yapıyorum sayın okuyucularım...."

bu yeraltından notların özetidir.

"işi gücü bırak yeraltına git dostoyevski mezarından çıkmış valla koş"
bu da muratın yeraltını özetlemesidir.

geçen haftasonu gittim. gördüm, izledim. ama mezardan çıkmış dostoyevski göremedim.

öncelikle aşırı büyük bir beklentim olduğunu belirtmek isterim. budalayı okuduğum ve rüyamda mütemadiyen dostoyevski gördüğüm günlerde almıştım ben bu filmin hazırlık haberlerini. vavienden sonra engin günaydın'a ısınmış biri olarak oyuncu  ve yer seçimine bayılmıştım. ama çeşitli nedenlerle festivalde gitmemiş sonraya saklamıştım.

şimdi film serbest uyarlama şeklinde geçiyor. ama hem serbest uyarlama denmeyecek kadar bağımlı bir o kadar da havada. kitapta en çok sevdiğim bölümlerden biri olan omuz atma planlarının yapıldığı bölüm sanırım sırrı süreyya önderin oynadığı bölümlermiş. ben en çok o kısımlara heves etmiştim açıkcası. deli gibi ayarlamalar yapan. milimetrik hesaplar yapan. krokiler çizen, kafayı yemiş saplantılı ve panik bir muharrem görmek istemiştim. biz öyle bir muharrem görseydik. o zaman muharremin neden kendini kokladığını neden patatese bağlandığını, neden gündelikçiyle cinayet planları yaptığını, neden arkadaşlarına gününü göstermek için o yemeğe gittiğini ve dahası neden o fahişeye atarlandığını çok daha iyi anlardık. ama o sahneler bir takım sebeplerden ötürü komple çıkarılmış. onlarda muhtemelen benim hayalimdeki gibi olmayacaktı ama yine de görmek isterdim. hiç değilse muharremi bir çok konuda anlamamız çok daha kolaylaşırdı.

filmde en çok sevdiğim sahne yemek sahnesiydi tabiki, kitaptan bire bir denebilecek ölçüde alınmıştı. hele düşünsel ve gerçek arasındaki geçiş mükemmeldi. tekrara düşmemek adına şarap şişesini fırlatıp geri dönüş yapmamak için(ki kitapta tekrarlanıyor) muharremin şişeyle küçük el oyunu filmin tartışmasız en güzel yeriydi.
görsel açıdan doyurucu olan sahne fahişeyle gölgelerinin olduğu sahneydi. o kadın ne mükemmel bir kadındır ayrıca. o saçlarını tarayışı, pazarlayan erkek arkadaşını bekleyişi, çaresizliği... güzeldi. ama ben fahişeli sahneyi kitaptaki gibi beklerdim. orda muharrem kitaptaki gibi 4 5 sayfalık bütün gecenin nefretini kussun isterdim. o madrid otelde bütün geçmişini aklasın isterdim. o hırlama bütün bunlar için fazla masumdu denebilir. mesela ben muharremden kitaptaki gibi, seksi, yaptıktan sonra küçümsemesini beklerdim. bu onun ne kadar çelişkili olduğunu bize daha iyi anlatırdı.



"iki kere iki dört gene de çekilmez bir şey. iki kere ikinin dört etmesi bana sorarsanız küstahlıktır. iki kere ikinin dört etmesi ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen sağa sola tükürük atan bir külhan beyinin ta kendisidir. iki kere ikinin mükemmelliğine inanırım, ama en çok övülmesi gereken bir şey varsa o da iki kere ikinin beş etmesidir."

biz dostoyevskiyle bu iki kere iki mevzusuna çok takılmıştık bir ara. zeki bize eşlik etmedi. zeki daha kafkaesk düşündü. "değişim" dedi. bir insanın böceğe dönüşü değil, insanların, en yakınlarının böcek olan samsaya karşı değişimi dedi. tamam hani güzel de dedi. gündelikçi kadın mükemmeldi. sağda solda yazılar görüyorum, öyle devlet memuru bir adamın hizmetçisi olması pek bi rus işi olmuş. o olması gerekiyordu ve olabileceğinin en iyi şeklinde olmuş bence. baştaki çaresiz diyalog ve sondaki aniden gerilen hava. o anidenlik  ve arkasından gelen cinnet! düşündüğüm her şey düşündüğüm sırayla mükemmel bir sıralamayla kırıldı. ve tam beklediğim anda liza geldi. liza demişken. muharrem lizayı yeterince beklemedi. ve numarasını verdiğine pişman olmadı. (liza dediğim fahişemiz bu arada.) bunlar serbest uyarlamada mazur görülcek kısımlardır elbette ama bir yemek sahnesini çat diye koyuyorsan benim böyle bir beklentim olması normal bence.

yine de zeki demirkubuzun ellerine sağlık derken, budala'yı çekceği zaman bi görüşme yapmak isterim kendisiyle.

not: o iç ses hiç olmamış. iç ses olmasaymış demiyorum ama o sesin tonu ne engin günaydın, ne dostoyevski ne zeki demirkubuz, ne de muharrem, kimseye ait olmayan havadan bir iç sesti. vallahi ben içselleştiremedim. özellikle en güzel dertler o iç sesle anlatılmıştı beni direk filmden kopartan noktalar onlar oldu.

not:2 göz açma sahneleri uzun süre unutamayacağım nitelikte etkileyici sahnelerdi.

26 Nisan 2012 Perşembe

ta-kın-tı-.

hasta olunca duygusallaşıyorum. bu konuya daha önce de değinmişimdir.
insan keşke hatırlamak istediklerini seçebilse.
"sen, sen bi de sen gelin benimle."
bu kadar basit olsa keşke.
ama beyin öyle ibnetor ki. sana sormuyor bazen ne hatırlasak ipekçim tam şu müzikte diye.
kendimi akşamdan kalma gibi hissediyorum. o son shot'ı atmayacaktımdan da fenası, o sondan 4 önceki dubleyi içmeyecektim diyorum. zira sarhoş olduktan sonra elimin beynimin ayarı yok.


şimdi şöyle bir şey var ama bence siz dinlemeyin. ben dinledikçe fena oluyorum zira.
nerden neler hatırlıyorum bilmiyorum. ama yağmurun en güzel yağdığı, iğde ağaçlarının en güzel koktuğu yerlere gidiyorum usulca.
iğde ağacı konusunda takıntılıyım.
istanbulu sırf iğde ağacı kokmuyor diye terk edebilirim.
sözlükte duyuru açtım bu şehrin ne tarafı iğde iğde kokar diye biraz geyik malzemesi oldum.halbuki baharı getiren o kokudur. o kokuyla insan ne güzel sarhoş olur. bahçeköy tarafları dedi biri. gidip bi bakmak lazım. delirmedim. bahçeköy nerde biliyorum. olsun. denemek lazım bi şansı. baharın gelmesi lazım. saman nezlelerinin bahar emaresi olmadığı yerler bulmak lazım. nezleyi geçirmek lazım. koku almak lazım. ya da belki de iğde ağaçları yanından geçiyorum da sırf burnum koku almıyor diye o mutluluğu kaçırıyorum. bak bunlar hep camı açıp bağırma nedenleri.
akşam üstü kokar bak en çok.

insan beyninde değil bak aslında suçun hepsi. insan öyle gereksiz şeyleri saklıyor ki elleriyle. beyin hep ellere güveniyor. hakikaten bazen her şey nereye koyduysan orda oluyor. neden oraya koymuşsun hiç bilmiyoruz.

işte tam şuan bak. o kapılar çarpıyor ya hani. nerde çarpıyor o kapılar? kapılar çarpmasın. kapatalım. pencereleri de kapatalım. ceryan yapmasın. havaızlıktan ölelim.
son bi kadeh daha içelim.
sonra herkes uyusun.. ben koltuka akan bir saat gibi cuk diye oturmuş. rimeli kalemi akmış gözlerim ve bütün sürrealistliğimle daliye selam çakıp "sabah patatesli omlet yapmak lazım" diyeyim. "mideyi o toparlar anca." yumurta seviyor ol. yumurta sevmezsen kahvaltılar çok anlamsızlaşır. çay ister bir de yanına. çay demleriz. güzel kaçak çay, kaçağını fazlaca kaçırmadan.

23 Nisan 2012 Pazartesi

günün en güzel saatleri oscarı

günün en güzel saatleri lenslerimi çıkarıp hunharca gözlerimi avuşturduğum zamanlar.
evet. başlıyorum birazda.

not: buraya bi ara "kırışıklıklar" ve "sezuan'ın iyi insanı" ile ilgili yazılar gelecek.

20 Nisan 2012 Cuma

film festivali-11-kabuktaki çatlaklar

festivalin en beğenilen filmiydi sanırım. güzel bir filmdi. black swanı daha evvelinde izlememiş olsam çok etkileyici bile derdim. fakat öyle olmadı.
ben, bana sürekli başak filmleri anlatan filmleri pek sevmiyorum. ama yine de bu filme bi kıyak geçtim. kaldım. görkemli değildi. ama hırçındı.
başroldeki kadın gerçekten danimarkalıymış ve film için almanca öğrenmiş. film metnini bile kendisi dancaya çevirmiş. aksanının bozuk olması da zaten film içinde aynen bu sebeple anlatılmıştı.
filmde en takdire değer, en hayran olunası olan  engelli kardeşti. mükemmel bir oyunculuk ve  dramı vardı. filmden sonra yönetmen ve başrol oyuncusuyla olan söyleşide "o ouncu gerçekten hasta mı?" diye soran bile oldu.
aslında şuan filme gerekenden çok daha az heyecanla yaklaşıyorum. bunun nedeni hayal kırıklığı. bazen yönetmenli söyleşilere katılmak beni aptalmışım gibi hissettiriyor.
filmde hoşuma giden şeylerden biri kadının güçsüz ve ezik kişiliğinde yönetmen sayesinde bir güç keşfetmesi. ve bu gücü neyle nasıl kullanacağını bilmemesi. neye yönelteceğini bilemediği bir tutkusu vardı diye düşünmüştüm ben.
çünkü filme tiyatronun yanında bir de yakışıklı kaslı metro işçimiz var. kandırılan çine gitmek üzere olan bir metro işçisi.
hanım kızımın muazzam bir atarla oyunu bıraktıktan sonra klasik bir şekilde intihar ediyor ve iyileşir iyileşmez metro işçimize koşuyor. metro işçimiz buna asrın ayarını verince de yönetmene gidip al beni ne yaparsan yap diyor.
ben de gayet nacizane yönetmene kızın neye yöneleceği belli olmayan tutkusunu sorup bunu eğer metro işçisini bulsaydı onunla çine gidecek kadar ne yaptığını bilmez dememle birlikte yönetmen ne çini dedi. çin mi ora nere dedi hatta adeta.
işte o zaman büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. böyle yönetmenlerden hoşlanmıyorum. aptal yerine koyuyorlar izleyiciyi. yani bu şu demek. bu film aslında metro işçisiz yazıldı ama sonra baktık çok kısa oldu. biraz daha uzatmak için öyle bi hikaye ekleyiverdik.
bu filmin çok güçlü bir konusu vardı mesela. bonzaiden daha ağır bir şeyleri ama bonzaide doldurma bir sahne bile yoktu. cehovçu değilim orda duran silah mutlaka patlasın demiyorum. ama oraya konan silah bi şeyleri doldursun istiyorum. o silahın rengi düşünülmüş olsun istiyorum. bonzaide okunan her kitaın bile bi anlamı vardır eminim.

kabuktaki çatlarklar ve bilekteki kesikler ilişkisi fena değildi ama. onunda kızın söylemesinden ziyade adamın farketmesini isterdim.

16 Nisan 2012 Pazartesi

festival filmleri-10-bonzai

yumuşacık pamuk şeker gibi. kendi içinde mutsuz ama mutlu eden bir film.
filmin en başında eşşek kadar spoiler geliyor yönetmenin ağzından. filmin sonunda kız öluyor diyor. ama bunu öyle başta ve öyle ruhsuz söylüyorki aldırmıyor hatta inanmıyor insan.
sonra marcel proust görünce insan daha bi seviniyor.
julio çok komik bir adam aslında. aslında diyorum çünkü esasen melankolik bir yapısı var. naif kırılgan ve yenilmeyi kabul edemediği için sevgilisine ünlü bir yazarın kitabını redakte etme işini iş aldığını söyler ve büyük bir cesaretle yeni sevgilisine eski sevgilisiyle yaşadaıklarını anlatan bir kitabı sunuverir.
ilişkisini savunmak ister aslında her fırsatta dışardan bakan bir göz olan yeni sevgilisine. ilişkisini uslubundan daha çok sahiplenir. yazarlığından daha çok anılarını seçer.
aslında anlatmak istemiyorum bu filmi her şeyini çok sevdim. diyaloglarını kitaplardan alınan cümlelerini, olaylarını, ayrıntılarını... barbarayı bile çok sevdim.
utkunun asık suratlı diye dışladığı emilia'yı ise hem sevdim hem anladım. julio ve ben ona hak verdik. "10 yaşında olmuş olsan bile" dedik.



en çok bar sahnesindeki "sıkılmak" ve "sen bilirsin"e ilişkin diyaloğu sevdim.
kayıp zamanın izindeli güneş yanığı da çok güzeldi.
bir de beni en çok blanca'nın zaten yalanla başlamış bi ilişki ikisi de proust okumamış ki demesi düşündürdü. hakikaten kız da okumamış olabilir mi dedim. juloi o kıza en çok bu sorunun cevabı için ulaşsın istedim.
son zamanlarda izlediğim en güzel aşk filmi olabilir bonzai. doku olarak wristcutters a love story dokusu var. o filmde de böyle umursamaz ama tutkulu bir şeyler vardı. umursamaz ama tutku. bak bunlar çok ters kavramlar aslında. dilim bile ikisine aynı cümlede dönmedi.

15 Nisan 2012 Pazar

festival filmleri-9-oslo 31 agustos

aşırı klasik bir uyuşturucu müptelası filmiydi. bu kadar klasik bir hikaye bu kadar klasik bir şekilde ve bu kadar klasik bir sonla anca bu kadar çekilebilirdi heralde.
hayır bir para harcıyorsun, bir bütçe zaman ayırıyorsun çok daha güzel ve orjinal şeyler bulabilecekken neden bu kadar denenmiş bir şeyi, bu kadar sıradan yapıyorsun?
hoş bir iki sahne ve diyalog vardı. ama dediğim gibi. bağımlılık filmlerinde jubilem reqiem for a dream'dir ötesini ne gördüm ne duydum.
oslo 31 agustos için de bomboş bir film diyemem hani de beni etkiledi de demem.

işin tuhafı filmden bi sahne koysam dedim. bulamadım. bu kızı çok güzel bulduğum için ve bütün sırt fetişleri için bunu koyuyorum sanırım.

festival filmleri-8-onun geldiği gün

siyah beyaz olduğunu farkettirmeyen siyah beyaz bir kore filmiydi.
filmde yaratıcılığı tıkanmış bir yönetmenin işsiz günleri anlatılıyordu. komik sahneleri ve durağanlık ve motomodluk içinde komik duran replikler vardı.
filmden ilk çıktığımda ılımlıydım. ama sonra j'adora doğru yürüyüp bi sigara yakınca aslında filmde kadının epey ezilidiğini ve hatta biraz da aşağılandığını erkeğin bir yönetmen içinde yüceltildiğini hissettim. aslında ben çok böyle çıkarımlar yapmayı sevmem. ama erkeğin kadınların hayatına halaya ortadan katılır gibi katılıp iki tur sonra çekip gitmesi anafikrini işleyen filmlerden hoşlanmıyorum. sonra bütün halayı ona göre ayarlamış kadının yıkılışını görmeye dayanamıyorum. kadın her şeyini bu kadar bir erkeğe bağlayacak kadar aciz değildir. olmamalı.
kadınların hayır diyememeleri vardı. bu da ayrı bir sinir olma sebebiydi. öylece bırakıp gitmeler...
yine de sıkılmadan izlediğim bir filmdi. eğlendiğim güldüğüm sahneler bile oldu.
ha ama filmin fotograf olarak çok güzel sahneleri vardı. siyah beyazlık ise gerçekten filme çok yakışmıştı.


evet feminen damarlarım nasıl kabardıysa bu sahneyi itinayla aradım buldum koydum.

festival filmleri-7- alpler

evet festival bittiğine göre artık küstüm ve muratın nazarı değemez kültürel aktivitelerime ve festival görgüsüzlüğü yazı dizime gecikmeli olarak ama korkusuzca devam edebilirim.

alpler, tuhaf bir filmdi. açıkcası konusunu okuduğumda çok etkilenip haftasonu pahalı bilet kontenjanından biletleri alıvermiştim. beklentimin bu kadar büyük olunca tabii altında kaldı. ama mekanikleşmeyi, insanın kendi hayatını başkalarına kira vermesi halini aslında kendi bedenini başka hayatlar için kiraya vermek daha doğru bir tabir.

ölümden ziyade birini nefret ederek hayatından çıkarmak daha mı kolaydır?
birinin ölmesindense, seni aldatması daha bi atlatılır şey midir?
ben filmden açıkcası bunu hissettim. yani bi kaç olayda sanki ölen kişi rolü yapılırken  hani bizim için çok değerli olan ölen kişi htırası bozdurulup bozdurulup harcanıyor gibiydi.bu arka hikayeydi. ana hikaye insanın mekanikleşmesiydi. ama insan mekanikleşmesi için benim hayatımda gördüğüm en iyi film şüphesiz "gişe memuru"
neyse konumuz bu da değil. alpler'in karışık bir kurgusu olduğu su görütmez bir gerçek. çok hikayeli ama hikayelerin hiçbiri  su üstüne çıkmayacak kadar bulanık. işin kötüsü bir çökelme de olmuyor. yüzmeye çekindiğin bir su oluyor. neyden korktuğunu bile kestiremiyorsun. filmden çıktığımızda asmalıya gider iki tek atarız falan diyorduk. filmden çıkınca üstümüzde öyle bir ağırlık oldu ki cumartesi gecesi tıpış tıpış eve geldik.


en etkileyici sahne benim için hemşireye yapılan sadakat beceri testiydi. resmen baştan ayağa ürperdim.

6 Nisan 2012 Cuma

festival filmleri-6-yukarıdaki çocuk

buram buram kapitaliz, bir çocuk hırsızlık ve anne özlemi.
mükemmel bir filmdi. özellikle belki de 11 yaşındayımdan sonra denk gelmesi ayrı bi güzellik oldu.
filmi kabul etmek istemedim. hayır yalan söylüyor dedim. olamaz dedim. bunu bana yapan filmleri seviyorum.

12 yaşındaki o çocuğa sarılmak istedim. bana bu hissi veren filmleri gerçekten çok seviyorum.

festival filmleri-5-11 yaşındayım




kominizm. bir çocuk. bir gömlek.
çocuksuluk. bir sürü olay olurken saklambaç oynamak.
herkesin bir şeylerden bahsettiği bir yerlerde kelimelerin altına saklanmak.

4 Nisan 2012 Çarşamba

festival filmler-4-the deep blue sea

şimdi bütün filmlerim türkçe isimlerine yer verirken neden bu filme böyle bir torpil geçtim. ilk önce bu soruyu fizyden dinleyeceğiniz şu şarkıyla laf kalabalığına boğmak istiyorum.

"between the devil and the deep blue sea"


filme gidişim tam bi akbank reklamı tadındaydı. 9'a kurduğum saati itinayla önce 9 buçuğa sonra 10'a erteledim 10 da da kalkamayıp, tam alt kattaki köpeğin havlamasını gözümü daha iyi kaparsam duymayacakmışım gibi hissettiğim anda yataktan zıplayıp saate baktım. saat 10:36'tü. ve 11'de taksimde film vardı. ne giydiğime bakmadan koşarak evden çıktım. otobüste saate baktığımda 10:42'ydi. yetişeceğime dair inancımı hiç kaybetmeden tırnaklarımı yerken şişhaneyi geçtik tepebaşından yardırdık ömer hayyamda incem ben dedim. aradan koşup beyoğlu sinemasına doğru kendinde olmayan bir terzinin elindeki makas gibi kumaşta süzülürcesine içeri girdim bileti kapıdaki kadına verdim daha başlmadı değil mi dedim butün bu şiirselliği o an o lanet kadın mahvetmeseydi hikayeyi burda bitirir filmi anlatmaya başlardım. ama kadın yanlış bilet dedi. fitaş için sizin biletiniz dedi. kadına adeta rica etsem burda da bu filmi gösterseniz dercesine baktım. kadın isterseniz burdan bilet alın yetişemezsiniz dedi. şansımı denemek istiyorum dedim. ve kendine gelmiş bir terzinin yırttığı kumaşı dikiş makinasında işe yaramayacağını bile bile dikişi gibi seri adımlarla fitaşa gittim. 2. kata çıktım. başladı mı dedim. geçin geçin hemen bulduğunuz yere oturun başlıyor dedi adam. oturdum film başladı.


şimdi 18. yüzyıl 19 yüzyılda burjuva kesiminde kadının sıkılganlığı maceraperestliği ve aldacı olması üzerine bir çok roman vardır. 20. yüzyılın ingilteresinde de yine aynı olay aynı klasik şekilde filme alınıyor aslında. filmi izlerken bi anna karanina geliyor, bir madam bovary, bir de benim herkesten ayrı tutup en çok sevdiğim henritte. bu romanlarda aslında erkek yazarın kadını bir çeşit uyarması vardır. tolstoyun bu konuda ne kadar saplantılı olduğu karısıyla ilişkisinden bellidir aslında. adam kadının sırtından sopayı kardnından sıpayı mantığıyla 12 çocuk yapmıştır. ayrıca eserlerini büyük çocğunlukla karısı temize geçmekte ve redaktörlük yapmaktadır. benim şahsi düşüncem sırf bu yüzden krutzer sonat ve anna karaninayı yazdı. gözün dışarda olmasın bak kadınlar ne hale geliyor dercesine. evet bu eserlerde genel mantık budur aslında. aldatan, ve kalbinin peşinden koşan maceraperest kadın asla mutlu olamaz. öyle ya da böyle ya o aşkı kalbine gömmek zorunda kalır ya da tutunduğu dal da kurur. çünkü kadın kurutan bir şeydir.
bunlar hep tutkulu kadınlardır. bir henritteyi tenzih edebilirim. ahh... o omuzları güzel kadın. ne kadar naiftin sen!
kadın tutkuludur. erkeğini sahiplenir, sarar ve bunaltır.erkek kadının onun için yüz çevirdiği hayata aldırmaz bile. tamam bir kadının ben bunlardan vazgeçtim ödülümde sen olmalısın şeklinde hezeyanlarının olmasını tasvip ediyor değilim. ama onca şeyi bırakan kadın bi doğumgünüsünün hatırlanmasını hakediyordur be!
şimdi sevgili okur sen diyeceksin ki, e onun için o önemliyse kocası zaten böyle şeyleri unutmayan ihmal etmeyen bi adam neden bu kadın macera peşinde?
bak eğer bu filmi izleyip bunu söylüyorsan filmde çok can alıcı bir noktada uyumuşsun demektir. bu güzel kadın bir yer de
"but boring"
diyor kaynanasına.
neden diyor? çünkü senin gibi düşünen kaynana tutkunun çok riskli olduğunu sıcak huzurlu bir bağlılığın her şeyden garanti ve güzel olduğunu ileri sürüyor. bu yüzden bu kadın savaşa tutkusu olan bu adamı bir yargıca yeğliyor.


peki sonu ne oluyor deme bana...
tamam sonu o kadar da hayır değil. o güçlü kadın sevdiği adama yalvar yakar ağlayan aciz bir kızcağıza dönüşüyor ama bunun nedeni adamdaki değişim. adamdaki tutkunun yerini golf maçlarına bırakması.

tutku kötü bir şey midir? bunu soruyorum iki gündür kendime. biz yeşilçam olarak sevgi emekti diyebiliyoruz da sevgili terence davies sen bi tutku şudur diyemiyorsun buna yanıyorum ben işte.

3 Nisan 2012 Salı

festival filmleri-3-kopma


iksv kataloğunda filmin sayfasında bu vardı. benimde en çok sevdiğin sahne buydu sanırım. 
filmin konusunu okuyunca insanın aklına ilk bi ölü ozanlar derneği ya da koro filmleri canlanıyor. türk sinemasından örneği ise yumurcak iş başında mı ne sezercikle tombilinin bi filmi vardı o geliyor ister istemez. ben zaten polisiye dedin mi de yılan hikayesinden alırım. neyse konumuz bu değil. açıkcası film benim görsel yolculuk tanımımı karşılamadı. güzel yoğun duyguyu veren bir filmdi ama ben bi filmi izlerken ha bire başka filmler aklıma gelince mutsuz oluyorum. andrien brody'nin sabit mimikleri yüzünden pianist geldi aklıma bi, kızın yüzünün al allığı sinir krizi geçirerek ağlamaları bırakma beni değişleriyle bi leon göz kırptı zaten konu itibariyle yukarda iki filme atıfta bulunmuştum. lakin bu filmde öğretmenin farkı aslında umutsuz olması. ve diğer insanlara da inanmadığı bir şeyi vermeye çalışması. tam olarak ben neler gördüm sizden mi korkucam sizin ciğerinizi bilirim gibi değil. tam aksine umursamaz. ama umut veren. 

bu arada beyoğlunda kalabalık filmde arkadan izlenmezmiş bunu öğrendim bugün ben.
ha bir de film adera levent üzümcü kafası manzaralıydı. canım benim ne asabisin sen öyle.
bir de film başlayınca sağ arka taraftan bi "kafaları eğelim lütfen" anonsu geldi ki beni benden aldı adeta.



festivalle alakasız kişisel not: bugün başkasının hayatını ödünç almış gibiydim. ayaklarım beni taşımıyorlardı sanki. üzerlerinde gezinen başkasıydı. ya da belki de ayaklarım bana ait değildi.
üşüdüm bugün. her yerde peşimi bırakmayan bir cereyan vardı sanki. her tarafım tutulmuş gibi. kapıyı kapatın diye bağırmak istiyorum. çok istiyorum...

festival filmleri-2-unutulan topraklar


bugün için kendime çok güvenmiştim. sabah ilk iki borçlar dersine girip sonra fitaş afm de 11 seansına yetişip, ordan 13:30 kopmaya koşturup akabinde ingilizce kursuyla günü kapatmayı düşlemiştim. ilk etapta fire verdim. derse gidemedim. 10 buçuk gibi kalkıp filme biraz koştur koştur yetiştim.
filmin güzelliğine oranla salon bomboştu diyebilirim. elif bunu imdb puanının düşük olmasına bağladı. tamam mükemmel değildi belki ama güzeldi etkileyiciydi.boğaza iki düğüm atıverenindendi.
sonunu bildiğin bi hikayeydi tabiki ama sonunu bu kadar biliyor olmak hiç bir şeyi değiştirmiyordu. düğünün eğlencesini bozmuyordu. yağmur altında yanında oturmalı yeri olan motosikletle şehirde gezme keyfini değiştirmiyordu. ben sonunu bilmiyormuş gibi kıskandım anyanın gelinlinle o kasada şehri gezişini. o kadar vodkayla ben sarhoş oldum onlar bana mısın demedi. 
belki de içinde akordiyon olduğu için bu kadar sevdim. 

1 Nisan 2012 Pazar

festival filmleri-1-satıcı

festival görgüsüzlüğü çerçevesinde gittiğim filmlerin biletini koymak suretiyle keyfimce yorum yapacağım. iyi seyirler.


bugün iksv film festivalindeki ilk filmimi süpriz olarak gördüm. elif fazladan biletim var dedi koştum gittim.
bir araba satıcısının satıcıkolikliğini-işkolikliğini karlı bir şekilde anlatan bir filmdi. bu sene bu kadar çok kar gördükten sonra karlı beyaz bir film beni biraz daralttı açıkcası. güzel sahneler vardı ancak bitmesi gereken yerde bitmeyen filmlerdendi. bir normal yerinden bir 15 dakika önce bitse sonu çok güzeldi derdim. ama sanırım. gereksiz uzatmayı ve bir satıcı iyi bir satıcı olacaksa insanların  hayatına burnunu sokar ama bu samimi değildir iş gereğidir bu da böyle biline mesajını vermesinden çok hoşlandım diyemem.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...