4 Nisan 2012 Çarşamba

festival filmler-4-the deep blue sea

şimdi bütün filmlerim türkçe isimlerine yer verirken neden bu filme böyle bir torpil geçtim. ilk önce bu soruyu fizyden dinleyeceğiniz şu şarkıyla laf kalabalığına boğmak istiyorum.

"between the devil and the deep blue sea"


filme gidişim tam bi akbank reklamı tadındaydı. 9'a kurduğum saati itinayla önce 9 buçuğa sonra 10'a erteledim 10 da da kalkamayıp, tam alt kattaki köpeğin havlamasını gözümü daha iyi kaparsam duymayacakmışım gibi hissettiğim anda yataktan zıplayıp saate baktım. saat 10:36'tü. ve 11'de taksimde film vardı. ne giydiğime bakmadan koşarak evden çıktım. otobüste saate baktığımda 10:42'ydi. yetişeceğime dair inancımı hiç kaybetmeden tırnaklarımı yerken şişhaneyi geçtik tepebaşından yardırdık ömer hayyamda incem ben dedim. aradan koşup beyoğlu sinemasına doğru kendinde olmayan bir terzinin elindeki makas gibi kumaşta süzülürcesine içeri girdim bileti kapıdaki kadına verdim daha başlmadı değil mi dedim butün bu şiirselliği o an o lanet kadın mahvetmeseydi hikayeyi burda bitirir filmi anlatmaya başlardım. ama kadın yanlış bilet dedi. fitaş için sizin biletiniz dedi. kadına adeta rica etsem burda da bu filmi gösterseniz dercesine baktım. kadın isterseniz burdan bilet alın yetişemezsiniz dedi. şansımı denemek istiyorum dedim. ve kendine gelmiş bir terzinin yırttığı kumaşı dikiş makinasında işe yaramayacağını bile bile dikişi gibi seri adımlarla fitaşa gittim. 2. kata çıktım. başladı mı dedim. geçin geçin hemen bulduğunuz yere oturun başlıyor dedi adam. oturdum film başladı.


şimdi 18. yüzyıl 19 yüzyılda burjuva kesiminde kadının sıkılganlığı maceraperestliği ve aldacı olması üzerine bir çok roman vardır. 20. yüzyılın ingilteresinde de yine aynı olay aynı klasik şekilde filme alınıyor aslında. filmi izlerken bi anna karanina geliyor, bir madam bovary, bir de benim herkesten ayrı tutup en çok sevdiğim henritte. bu romanlarda aslında erkek yazarın kadını bir çeşit uyarması vardır. tolstoyun bu konuda ne kadar saplantılı olduğu karısıyla ilişkisinden bellidir aslında. adam kadının sırtından sopayı kardnından sıpayı mantığıyla 12 çocuk yapmıştır. ayrıca eserlerini büyük çocğunlukla karısı temize geçmekte ve redaktörlük yapmaktadır. benim şahsi düşüncem sırf bu yüzden krutzer sonat ve anna karaninayı yazdı. gözün dışarda olmasın bak kadınlar ne hale geliyor dercesine. evet bu eserlerde genel mantık budur aslında. aldatan, ve kalbinin peşinden koşan maceraperest kadın asla mutlu olamaz. öyle ya da böyle ya o aşkı kalbine gömmek zorunda kalır ya da tutunduğu dal da kurur. çünkü kadın kurutan bir şeydir.
bunlar hep tutkulu kadınlardır. bir henritteyi tenzih edebilirim. ahh... o omuzları güzel kadın. ne kadar naiftin sen!
kadın tutkuludur. erkeğini sahiplenir, sarar ve bunaltır.erkek kadının onun için yüz çevirdiği hayata aldırmaz bile. tamam bir kadının ben bunlardan vazgeçtim ödülümde sen olmalısın şeklinde hezeyanlarının olmasını tasvip ediyor değilim. ama onca şeyi bırakan kadın bi doğumgünüsünün hatırlanmasını hakediyordur be!
şimdi sevgili okur sen diyeceksin ki, e onun için o önemliyse kocası zaten böyle şeyleri unutmayan ihmal etmeyen bi adam neden bu kadın macera peşinde?
bak eğer bu filmi izleyip bunu söylüyorsan filmde çok can alıcı bir noktada uyumuşsun demektir. bu güzel kadın bir yer de
"but boring"
diyor kaynanasına.
neden diyor? çünkü senin gibi düşünen kaynana tutkunun çok riskli olduğunu sıcak huzurlu bir bağlılığın her şeyden garanti ve güzel olduğunu ileri sürüyor. bu yüzden bu kadın savaşa tutkusu olan bu adamı bir yargıca yeğliyor.


peki sonu ne oluyor deme bana...
tamam sonu o kadar da hayır değil. o güçlü kadın sevdiği adama yalvar yakar ağlayan aciz bir kızcağıza dönüşüyor ama bunun nedeni adamdaki değişim. adamdaki tutkunun yerini golf maçlarına bırakması.

tutku kötü bir şey midir? bunu soruyorum iki gündür kendime. biz yeşilçam olarak sevgi emekti diyebiliyoruz da sevgili terence davies sen bi tutku şudur diyemiyorsun buna yanıyorum ben işte.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...