28 Şubat 2011 Pazartesi

gidersen bana da bi dengini yolla.

zira başka türlü olmayabilir.

27 Şubat 2011 Pazar

eve dönüş.

yo yo o filmden bahsetmeyeceğim.

karsı son olarak red alert oyununu hatırlayarak bıraktım.
evet bunda rus mimarisi ve kırmızılarında etkisi olabilir. oyunda genel olarak her yerin kar olduğu bölümler çoğunluktaydı diye hatırlıyorum. uçsuz bucaksız karlı yerler bunu çağrıştırmakta neden son günü bekledi bana bilemedim.
tabi biz sovyettik. stratejimiz belli idi. ne güzel oyundu bu arada o. gerçi ben en vasat halini oynamışım küçükken. bulup cdyi tekrar yüklesem mi acep?

dönüşte tekerlekli valiz dramı yaşadım. tekerlekli valiz kullanma ehliyeti gibi bir şey olmalı. ama böyle her şeyini kapsayan bi eğitim sonunda verilmeli. mesela o tekerlekler maksimum ne kadar yük taşır, nasıl yerleştirilmeli falan tek tek anlatılmalı. nasıl araba ehliyetinde motor ve ilk yardım dersi var onun gibi.

bak yine bir daireyi tamamlamışlık hissi.
gidip gelip hiç gitmemişlik.


aklıma gelmişken. aslında gelmemişken,
çünkü şuan tam şuan da karar veremiyorum. "evet albayım kelimeler bazı anlamlara gelmiyor."
bunu selim mi günseliye söylüyordu yoksa hikmet mi bilgeye bilmiyorum. bulamıyorum bulamadıkça daha da çıldırıyorum ama
"neden beni aramadın? bu kadar sürede insan ölebilirdi, ve eğer o gün gazeteye bakmamışsan haberin bile olmazdı.."

22 Şubat 2011 Salı

Kars Günlükleri-4-5

sabahın köründe kalkılıp akşam yemekten biraz sonra sızıldığı için gecenin bi körü cin gibi uyanıyor insan ister istemez. bu sırada ablamı da uyandırıyorum. bir sürü şeye gülüyoruz falan. annem geliyor. "neye gülüyorsunuz saat 4 yatın uyuyun" diyor. ben cin gibiyim off puff diyorum. "babanın da uykusu kaçcak bak" diyor. "ay kaçsın ne güzel batak atarız" diyorum. "yavrucum sağımızda solumuzda insanlar uyuyor" diyor. "e biliyorum heralde ondan okey demedim taş sesi olur diye" hazır cevaplığın zirvelerinde geziniyorum ve zaten uyku sersemi annemi epey afallatarak odasına yolluyorum. ertesi sabah öğrendiğim kadarıyla diğer odada cereyan eden diyalog pek daha eğlenceli.
babam neye gülüyorlar diyor. annem "yok bi şey babamın da uykusu kaçarsa batak atarız diyorlar" diyor. bunun üstüne babam o an ki uykusunu dürüp yatağın altına ittirerek "kağıt getirmişler mi" diyor.

yanımda kağıt olsa gerçekten oynarmıydık bilmiyorum ama bu kadar gülemezdim bunu biliyorum.

dün burlarda tipi vardı. göz gözü görmez iken kayak çebelleşmesi yaşadık. günün en güzel saatleri zirvenin ordaki dağevinde sahlep yudumlayıp kitabımı açtığım zamanlar sanıyorum. huzursuzluğun kitabını annem cebren ve hile ilen ele geçirdi. neyse diyip kuyucaklı yusufa başladım bende. sebahattin ali ne hoş adam ayol. özlemişim böyle bir anlatımı.

bir sürü karlı ağaç fotoğrafı çektim. nasıllar bilmiyorum tam. marlis'e gösterirken her türlü fırçayı göze alıyorum.

akşam bir adet kırgızlı derici gördük. deri çanta, şapka, eldiven falan satıyordu. van erçiş te bir kırgız köyleri varmış. yüzü öyle tuhaftı ki. kırgızların yüz hatları zaten malum. çekik gözler. tamam ama bu adamın yüzünde bambaşka bir hikaye vardı. böyle hikayelere sahip yüzlerin özellikle gülümsemeleri bana pek bir dokunur. sanki böyle "çok şey var ama boşver güzelim bunlar şimdi anlatılacak şeyler değil" der gibi. o zaman ellerine sarılıp "ne zaman anlatırsın be abim" demek istiyorum. "ne zaman nerde anlatırsın?" iki patik aldık deriden. ders çalışırken falan giyersin çok sağlıklı deri en saplıklısı dedi. sonra bir de deri taksici kasketi aldım. takar mıyım bilmiyorum ama aldım işte. annem sen istanbulda gece çıktığında bunu tak saçını da içine sok seni sokak çocuğu sansınlar dedi. güldüm. ama bu gülüş öyle ahım şahım değildi. öylesineydi. çünkü aklım hala kırgızlı abimdeydi. neydi be abim senin hikayen. boşver osmanlının otağını, şanlı tarihini. altayını, 4 dağını. sen kendi hikayeni anlat be abicim. yüzündeki bu çizgiler çok bi farklı senin.
sabahattinciğim sen mi böyle düşündürüyorsun beni yoksa? kübra'nın yüzünü bu denli açık seçik anlattığı için mi böyle oldum?

20 Şubat 2011 Pazar

Kars Günlükleri-3

İnsan beyni fazla eksi derecede çalışmıyor sanırım. Çevrem bir sürü manyaklık sınırını zorlayan insan dolu.
“abi bi 7. Parkur varmış. Çok dikmiş ordan ters ters kayalım. Puhahhaha eğlence olur” mantalitesinde çılgın gençlik. ve daha da sinir bozucusu çılgın yaşlılar. 80nine kırık merdiven dayamış amcalarımız kar gözlüklerini takıp bu eşsiz çılgın sporu icra etmekte.
Ben ise bir iki kayıp “ay oy çok yoruldum ben” cümleleriyle zirvedeki dağ evine kurulup” bana sıcak bir şeyler getirin” diyip kitabı açtım. Sahlebi masaya bırakırken kulağıma çalınan “afiyet olsun ‘küçük hanım’” bi tuhaf yaptı beni. Burada bana herkes ‘küçük hanım’ diyor. Siz benim kaç yaşımda olduğumu biliyor musunuz diyesim var. geçen de sigara alırlarken kimlik sordular. Vallahi gençleşiyor muyum ne? Gerçi ipek çıkarıp çat diye ehliyeti gösterince pek karizmatik oldu. Neyse nerde kalmıştık? Kars. Ki hala kalıyoruz.

Kar botu dünyanın en iğrenç şeyi. Bu da böyle biline. Ben gelemiyorum öyle bağlayıcı ağır şeylere. Ben bileğime bileklik bile takamıyorum ayol. Daralıyorum. Afakanlar basıyor beni. Siz tutmuş bana neler neler yapıyorsunuz.
Tamam. Kar güzel şey. Doğa güzel şey. Temiz hava hoş şey. (sigarasızlık başa bela) sahlep eşsiz lezzet. Sıcak şarap soba kestane bunlar mükemmel mükemmel. Ama soğuk bana göre değil. Gerçi soba yanında mayışan kedi olmak harika bir şey.
Telesiyej de eğlenceli epey. Hele uğurla Nişantaşı-taksim arasındaki teleferiği keşfettiğimizdeki sevinci düşüncek olursak evet teesiyej harika bir şey. bir film tadında her şey. ama sürekli her yerde açık bir televizyon olmasından mıdır nedendir bilemedim bu bir zeki demirkubuz filmi be anacım. Sanki her yerde bir imge var. bir şey var. mesela arka masadaki adama dikkat etmem gerek o aslında aynı zamanda oteldeki resepsiyonist falan. Böyle gerginlikler yaşıyorum.
Derken bir çocuğun masum sümüklü yüzü alıyor beni bu telaştan. Yanında ilk bakışta abisi olduğunu düşündüğüm ondan taş çatlasa 3 yaş büyük çocuk onu sakinleştirmeye çalışıyor. Dayanamıyorum. Noldu sana diyorum. Ağlamayı biraz azaltarak cevap vermiyor. Onun yerine abisi olduğunu düşündüğüm çocuk cevaplıyor beni. “babası gitmiş onu bulamıyormuş” diyor. Ben üşüdüğünü düşünüyorum gel sobanın yanına gidelim diyorum. Başını öne eğip utangaç utangaç bakıyor yüzüme. Gel o zaman fotoğrafını çekelim diyorum. Hemen siliyor sümüklerini. Gülmüyor ama çakmak çakmak bakıyor. Bazen kaçırıyor gözlerini. Ama ağlamıyor artık.
Bu sırada bir sıcak çikolata içiyorum. Sonra gözüme bailey’s ilişiyorç bailey’s dünyanın en hoş içkisi olabilir. İçki demişken volkan gelmiş. Viski getirmiş midir acaba? Kedi canını onun demek istiyorum.

Konuyu dağıtıyorum. Zeki’ye bu bol durmalı, bol manzaralı çoluklu çocuklu filmde bana yer verdiği için selam eder, yapımda ve yayında emeği geçenlerin gözlerinden öperim.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Kars Günlükleri-2

dün epey heyecanlı bir gece idi. yanımda sürekli sayıklayan, sayıklamadığı zaman hırlayan bir abla ile sabahı sabah ettik. ateşler içinde yandı yandı kavruldu yavrucağız.
sabahtan çıkmadık odadan. huzursuzluğun kitabıyla kendimi kurcaladım biraz.
iyi geliyor. tavsiye ederim. öğleden sonra piste gittik.
aman yarabbi! o kar ayakkabıları dünyanın en iğrenç şeyleri olabilir. yaklaşık olarak 45678 kere ayağıma kramp girdi. bir iki kayıp pes ettim. ben çıkarana kadar annemler yok oldu. etrada bakınırken ben "küçük hanım babanızı mı kaybettiniz?" sorusu geldi bana.
6 yaşıma döndüm bir anda. reel de ağlayarak annemleri anons ettirdiğim zamanlar. tuhaf şey. yok burlardadırlar herhalde dedim. şu tarafa gittiler sanıyorum dedi adam. gülümseyip teşekkür ettim. elinden tutup götürülcek yaşı geçtim demek. annemleri buldum sonra. çay içiyorlardı. oturdum onlarla. sonra fotoğraf çektim. nasıl çıkıyolar bilmiyorum. bu konuda marlisten azar mı işiticem yoksa aferim mi alıcam bunu ankaralı günler göstericek.
bu her tarafın bembeyaz olma işi beni geriyor ara ara.
beyaz bana ölümü çağırıştırıyor. ben de mi bir arıza var acaba?
bir de her yerde kargalar var. sanki ölmeni bekliyorlarmış gibi.

neyse akşam yemeğinden sonra ablamı hastaneye götürdüm. doktor sanki küçük bir çocuğun doktorculuk oynayışı gibi muayene etti. kendimi tutamadım güldüm. barışı öyle hayal ettim. evet tam öyle bir doktor olucak büyüyünce. gerçi daha çok zaman var onun büyümesine.
büyümek demişken.
büyüsene çocuk!

18 Şubat 2011 Cuma

Kars Günlükleri-1

Bütün huysuzluğumla uyandırıldım sabah. Saat 9 a geliyordu. Kahvaltı tekliflerini reddedip yorgana gömüldüm. Gelen hadi kalk/ gel/valiz hazırla/hazır mısın? Sorularına çoğu zaman tepkisiz kaldım. Sadece uykum yok/halsizim/ayakta duramıyorum/başım dönüyor gibi cümleler mırıldandım hızlı hızlı. Sabahları hızlı konuşmak konusunda kapasitemi epey bi zorluyorum.

İçeriden tabak çatal bıçak sesleri ve içinde adım geçen cümleler duyuldu.
Hala kalkmaya niyetim yok. Saat 10:30. Annem odama dalıyor. Eşyalarımı katlayıp valize koyuyor. Alıyorsun bunu dimi? Bakmadan hıhı diyorum. Yatakta hiç değilse oturma çabalarım bile boşa gidiyor. Tekrardan sızıyorum. Sonra 10:55 gibi gözlerimi tekrar açıyorum. Mutfağa gidip bir adet ağrı kesici alıyorum. Annem aç karnına ne işe yarayacak o diye çemkiriyor. Sükunetimi koruyorum. Odama gidip mızmızlanmaya devam ediyorum. Ablam geliyor. Kar pantolonu ve birkaç hırka daha valize tıkıştırıyor. Sonra valizi alıp kapının önüne götürüyor. Aslında sabahtan beri yaptığım her naz çok büyük bir hoşgörü ile karşılanıyor. Sadece evde sürekli ismimin sonuna “ciğim” eki eklenerek sık sık yankılanıyor. Ki “ciğim” eki çoğu zaman sinirimi bozar.

Bu sırada saat 11:30 oluyor. Bir nebze daha iyiyim. Ama yine mutsuzum. Yolda bir tane daha ağrı kesici yuvarlayıveriyorum. Uçak 13:30 da o insanı çileden çıkaran kontrollere maruz kalıyoruz. Sonra biraz bekleme ile uçağa alınıyoruz. Sabahki mutsuzluğum, huysuzluğum ve ağrılarım ablama geçmiş durumda. Kucağıma yatıyor. Ben de onun sırtında “Huzursuzluğun Kitabı”nın ilk sayfalarını yokluyorum. Sonra ben de sızıyorum. Tuhaf tuhaf rüyalar görüyorum. Uçağın tekerleğinin Kars’a sert inişi ile gözlerimi açıyorum.

Bizi alandan bir vito alıyor. “Sarıkamış’a gitmeden evvel bi karsı gezdirem” diyor. Tamam diyoruz. “İşte karsın ana caddesi” derken geçtiğimiz cadde bir tuhaf geliyor. Yanına arabalar yatay park etmiş tek yön bir cadde.
Adam büyük bir gururla sunuyor bize caddeyi. “Ruslar inşa etmiş bu şehri” diyor. “ondan kaldırımlar geniş geniş. Türkiyenin hiç bi yerinde bu kadar geniş kaldırım yok.” Diyor. Hakikaten geniş kaldırımlar. Rusların yaptığı binalara hayranlığı gizlemeye zaten gerek yok. Bizi gezdiren abi kiliselerin cami yapılmasından dert yanıyor. Öyle korunmalıydı diyor. “çoğusunu bozdular” diyerek derdini dile getiriyor.

Bir cami önünden geçerken “bura önce kiliseymiş, sonra sinema olmuş şimdi de cami” diyor. Gülüyorum kendimi tutamayarak.
Kars’ta sanki az evvel bir savaş bitmiş havası var. Böyle sanki birileri bize müsaade diyip kalkıp gitmiş. Geriye birkaç kişi kalmış. Sokakta belki havanın soğuğu yüzünde hiç kadın görmedim. Arabalar çoğunlukla 36 plaka ama yabancılarda epey var.

Bir kimsesizliği var şehrin. İnsanın içi burkuluyor. “Deli Deli Olma” geliyor aklıma. Ne güzel filmdi o. Hayalimdeki Kars aslında tam da öyleydi. Bulduğum Kars ise sanırım ondan da kimsesiz.
“Ucube”lere selam çakıyoruz sonra. 5 yıl önce yapılmış. Şehrin tepesinde dikililer. Barış ve sevgi amaçlı imiş. Lenslerim gözümde değildi ve pek yakınlaşmadık. Ondan tam göremedim. Yorumlarımı daha sonra yapacağım.
Sıra sıra gözüküp ortasında avlu olan evler en sevdiğim şehir planlaması. Dostoyevskinin romanlarında sık sık gördüğümüz bu avlular hızla geçtiğimiz sokaklarda bir kapı arkasında. Durmuyoruz tabi. Hızlı bir Kars turu yapıyoruz.
Kars alabildiğine beyaz. Güneş var batmak üzere. Yolda tilki görüyoruz. Yolların kimsesizliği ve beyazlığı biraz ürkütüyor aslında insanı.

Bir film gibi akıyor. Yol. Zaman. Beyaz insanın gözünü alıyor..

17 Şubat 2011 Perşembe

\

bazen bir şarkı insanın elini avuçlayıveriyor.
tutup uzaklara götürüyor. o pek bi garip oluyor.

16 Şubat 2011 Çarşamba

the fighter.


öncelikle biraz filme gitme macerasına değinmek istiyorum. berkayı dersaneden aldım. tenados'a gittik. biraz oturduktan sonra berkay "olum ben çok zenginim güzel film var mı sinemaya gidek" dedi. "var lan var" dedim. "oscar adayı film var ona gidek senin de az kültürün olsun" dedim. "o da hele hele hele ne olaki?" dedi. ben de "yürü yürü kalk kalk" dedim muhabbetimiz bu varoşlukta bir süre devam ederken kendimizi nesibenin sokağındaki sinema önünde bulduk. orda bir adet 19 seansında the fighter olmasına rağmen ben "yea atakuleye gidelim" diye sebepsiz yere tutturdum. berkay isyan etmedi. "tamam" dedi. yolda giderken midye aşerdim. midyeci aradık bulduk. midye yedim adeta yanımda küçük çocuğunu işeten ebeveyn gibi midye yememi bekledi. sonra "bitti mi?" dedi. "bitti" dedim. yolumuza devam ettik. atakuleye gittik. ve taa taaa! film yok. oynamıyor. içim burkuldu. hadi gel gel panoraya gidelim dedi. sevindim hadi dedim. ki bu sırada saat 18:33 idi.

otobüse binmemiz ile mızmızlanmam başladı.

"yetişemeyecez! vazgeçmeliydik. kesin yetişemeyecez. asla yetişemeyecez"

"ne demek yetişemicez. burdan yıldız 5 dakika ordan oran 10 dakika. ordan panora 5 dakika. ıııööö kaç dakika oldu? yetişiriz yetişiriz hem dana kadar reklam veriyolar. hiç mi sinemaya gitmedin."


bu diyaloğu 500 kere yaşıyarak panoraya vardık. 7'ye 5 vardı. koşar adım sinema katına çıktık. ben gişeye yönelmişkene berkay kolumdan tuttu dur bi şu ekrandan bakalım dedi. orda bir adet "155 dk" gördük. bu nokta önemli. "girmesek mi?" dedim. "2 saat 35 dakika ölürsek ya?" dedim. berkay bütün inancı bütün havayla "geldik buraya kadar! girecez" dedi başka bi şey demedim. gişeye uzandık. "the fighter 2 kişi" dedik. adam bize ekranı gösterdi neresi olsun dedi.

bir terslik vardı gösterdiği salonda dolu koltuk yoktu! dumur oldum. nasıl yani salon boş mu dedik boş dedi . "neresi olsun?" diye tekrarladı. "veriverin bi yer madem öyle farketmez" dedim. en arkanın bir önünü verdi bu arada 155 dakika gözümüzde büyüdükçe büyüdü.

salona girdik. tam adamın verdiği numaraya oturduk. fragmanlar aktı. black swan gelince çığlık attımç. buna da gidilmeli buna da dedim. sonra the king's speech çıktı. buna da buna da dedim. berkay bunlarda 155'er dakika ise söyle battaniye falan getirelim dedi. olamaz lan olamaz 155 dakika çok dedim. film başlamadan ipeke mesaj attım. yahu dedim bu film kaç dakika bakar mısın? 1 saat 55 dakika dedi yüreciğimize su serpildi bu sırada film başladı.


filmin konusu amerikayı yeni baştan keşfetmiyor. pek orjinal kurgu, aman tanrım böyle öykü görmedim diye bir şey yok. hatta bu filme çok benzer hırsları ve aile bağlarını içeren yüzücülük versiyonunu bir kaç bahar öncesinde izlemiştim ama maalesef filmin adı hatırımda yok. dvd lerime göz atma şansı bulduğumda belirtebilirim ancak. ayrıca film bir box filmi değil bunu da belirtmek de fayda var.
o değil dedikodulara göz atınca brad pitt çalınıyor kulağıma ama yoo yoo. brad pitt bu filme tamamen kendisinden bağımsız olaraktan fight club rüzgarları çağırırdı. senaryoda ya da görüntülerde iki benzer şey gören insanların çakma la bu demelerinden filmi de nasiplendirebilirdi. ondan bence olmaması isabetli olmuş.


filmde her şeyi şöyle bir kenara alan christian bale var. öncelikle oyunculuk kavramınından bahsetmek istiyorum. bence bir oyuncunun oyunculuğunun ölçütü tek bir film değildir. onun bir çok filminde gösterdiği farklı performansları ve o filmler için kendini hazırlamasıdır. ki bu konuda genel olarak brad pitt'i kayırırım. ama yıllardır üvey evlat muamelesi yaptığım christian bale bugün bana "ben de senin oğlun değil miyim?" (evet aslında tam o demedi ama neyse spoiler'a girer orası söylemem) dedi ve biz sarılıp kucaklaştık. terli terli kemikleri elime battı. yavrum sen böyle napıyorsun kendine, içim acıyor gel çorba iç sıcak sıcak dedim.
yazı içi not:bir kaç zaman sonra aynı tanımı natalie portman içinde yapacağım.

bu sene oscar'ın gideceği kişi kendisi olmalı bence. o role nasıl bir kaptırmadır. içselleştirmektir öyle diyor insan. özellikle filmin sonunda gerçek micky ve dicky çıktığında berkayın söylediği "lan yaşlandırmışlar mı bunları" lafı sanırım bir çok şeyi netleştirmekte..


filmde en çok bu kareyi sevdim sanırım. dicky'nin pırt diye fırlaması.
ayrıca bence filmde amy adams'a çirkinleştirme kürü uygulanmıştı. o ilk sahnedeki güzelliği yavaş yavaş soldu ne iş diyemedik.



bura ağır spoiler--

bir de ben nedense film kötü sonla bitecek diye inandırmıştım kendimi. mutlu son olunca. bi şey oldum ister istemez. "manyak mıdır nedir mutsuz sonu napacan" diye ben de diyorum kendi kendime. ama işte bu ara kendi kafamda yazdığım şeylere pek bi inanıyorum.



not: yahu ben Mark Wahlberg'ın hakkını yemiş gibi oldum. o da hoştu da dediğim gibi christian bale her şeyi elinin tersiyle bir kenara attı.

13 Şubat 2011 Pazar

insanın kendini kurcalaması

kendimi kurcalayıp bozma konusunda üstüme yok.
kendi kendime hastalık uydurmakta ise bir numarayım.
alzaymır olduğuma kesin kanaat getirdikten sonra şu ara şekerim mi var acaba düşünceleri sardı dört bir yanımı.
gözüm zaten görmüyor. bunda şaşılacak husus yok. ama bu ara deliler gibi su içmek ve 7/24 dilim damağım kurumuş halde dolaşmak gibi özellikler eklendi.
sırf bu bilmem kaç satırı yazarken bile 3 bardak su içtim. varsın gerisini siz düşünün.

bir gün beni hastaneye kaldıracaklar ve yavrucum neden intihar ettin diyecekler, onlara gözlerimi belerte belerte bakıp intihar mı ne intiharı diyeceğim. onlar da bana bok mu vardı da içtin o zaman o kadar hapı diyecekler ve ben de ehe sadece başım ağrıyordu da geçmedi biraz fazla mı olmuş diyeceğim.

oyunlar.

-ipek oyun nerde oynuyor?
-zihnimizde bebeğim, zihnimizde..


(nişantaşından taksime koşar adım ferhangi şeylere gider iken)
istanbullu olmuşum.
hakikaten.
ankara'ya gelip yanlış dolmuşa biniyorsam bunda bir arıza vardır.
çok şiirsel!
kızılay-hoşdere iki vesait!
olacak iş değil.
neyseki bir nebze erken uyandık.
bu da böyle bir anımdır.

10 Şubat 2011 Perşembe

ferhangi şeyler

"terzinin en sevdiği bakire kumaş; yazarinki boş kağıt.."

dolmuş beklemekten daralıp taksi durduruyorum. bu ara burjuvazinin son demlerini yaşıyorum muhtemelen.

üç vakte kadar 5 6 sene öncesine ait bir ferhangi şeyler kayıdı bulmak istiyorum. metni de olabilir. ne bileyim. bu oyunun nereleri doğaçlama nereleri metin araştırmacı gazeteci ruhumla çözmeliyim bunu.
bahsettiğim şey 24 yıllık bir destan.
ve müjde müjde ilk gösterinin ilk perdesini bulmuş bulunuyorum. adeta bir müzik muamelesi yaparaktan onu dinleyerek yazıyorum hatta.

bu geceki oyun 1670. oyundu. 1670. ben 1670 kere söylediğim bir cümle var mıdır ondan bile emin değilim.
çok farklı bir büyü bu.
ferhangi şensoyun yaşlandığına ve hafıza zayıflığına dair bir kaç şey okumuştum. ve aslında bu insanı daha da büyüleyen bir şey. hafıza sorunlarım var ama haftada 2 kez sahneye çıkıyorum. ne bi mükemmel bir şey değil mi?
bazı yerlerde düşüşler ve duraksamalar olmadı diyemem. ama yine de bu ferhan şensoy mükemmelliğini bozamadı. ince dokundurmaları (tam olarak ince de denemez yani ferhan şensoydan bahsediyoruz. büküp kıvırıp insanın önüne koyuveriyor. ahahha) ve büyük oranda güncelliği insanın damağında hoş bir tat bırakıyor.

ayrıca balkon biletiyle 2. sıradan izlemek paha biçilemez.

ayrıca bir adet uçucu kuşlar romanı yazasım var.
//
başka sorusu olan var mı? varsa buyrun karanlıkta sormak kolaydır.
//

tiyatro.

oyuncu olmazsam ölürüm.
her akşam saat 8 çıkıp aynı oyunu oynamalıyım.
her gece birini öldürmeliyim, ya da biri beni öldürmeli.
her gece başkası olmalıyım bambaşka yerlerde.
eğer bunu yapamadan ölürsem kendimi öldürürüm gibi tuhaf cümleler kuruyorum.
oyun izlerken sahneye fırlayıp "öyle olmaz bennucum böyle yapıcaksın çalparanı iyi kullan uçar gibi oyna" falan demek geliyor içimden.
kafayı yiyorum bu ara. sinirden sigarayı ısırıyorum.
ben sahnede olmak istiyorum. tahtalarını yoklamak istiyorum.

intiharın genel provasına gittim bugün.
hoş oyun. serhat kılıç ne bi mükemmel oyuncu öyle. oyunda ara ara tempo düşüyor ama yine de serhat kılıç ne bi mükemmel diyor insan. parmak ısırıyor.
oyun hakkında ballandırma yapmamamın sebebi sanırım sonu. başı muazzamdı. zaten köprüden atlama fantezisi olan biri için konu ve başlangıç gayet ilgi çekici idi. sonu dedim de bu arada yok en sonu değil sondan biraz öncesi. şu koltuk değnekli kısım. ben öyle "bakın güldük eğlendik ama aslında biz bu oyunda size unları demeye çalıştık. hepimiz karşınızda duruyoruz. adam olun açın gözünüzü tehlikenin farkında mısınız" sonlu oyunlara pek sıcak bakmıyorum kişilik olarak. ama en sonu pek bi hoştu. bütün salon hoş bir çığlık attık ki ben oyuncu olacam naraları içimde o çığlıkla daha bi koşuşturdu. ne bi mükemmel bir şeydir. kaç bin kişiye çığlık attırıyorsun.
sen bi sonraki adımını bilioyrsun onlar bilmiyor.
her gece aynı tepki.
sen her gece yapıyorsun bunu, ve hiç tükenmeden.
mükemmel bir sihir bu!

bu arada çıkışta insanlar arasında duyduğum
-bence fikret çok iyi değildi. kaptıramadı rolüne. vasattı vasat.
-ayol fikret olmasa gelcektin ama sanki.
-oyun bunlar ayol.

tadındaki dialog bütün sinirlerimi tepeme çıkartmadı diyemem. fikret kim lan. fikret kim? otur sen yaprak dökümünü izle osmana ağla diye sarsmak geldi içimden. zor tuttum kendimi adımlarımı koşturup yoluma baktım.



hı birde zeki demirkubuz çokhoş adam. az evvel masumiyeti izledim. burdan marlise saygılarımı ve teşekkürlerimi yollar, yakın bir zaman da film hakkında daha çok konuşacağımı bildiririm.
ayrıca zekiciğim, gün olur da budalayı çekecek olursan.
öhöm.
görüşelim.

8 Şubat 2011 Salı

salı.

bugünü zaten günlerdir gözümde büyütüyorum.
sabah rüya içinde rüyalarla elifin "ipek, ipeek" diye seslenişiyle uyandım usul usul. "hadi kalk artık saat 10 oldu" dedi kalktım. gece çılgınlar gibi çalışmadık bunun yerine ya bu camide bulunan çocukların nüfusa tescili nasıl oluyor ki tartışması yaptık, araştırdık, soruşturduk ve "nüfus memuru atar." cevabına ulaştık.
evet nüfus memuru çocuğa bakıyor ve "lisede bir aşkım vardı.. gülnur.. ana adı o olsun. baba adı benimki, hasan ve bu çocuk da gülnurla bizim hiç doğmayacak çocuğumuz ahmet olsun ulan" gibi bir giriş gelişme ve snuç ile çocuğu uyduruveriyor.
ha beni annem babam uyduruyor onu nufus memuru uyduruyor.
çok bi fark mı pek sayılmaz. ama yine de acıklı yahu.

neyse medeni sınavı hakkında konuşmak istemiyorum. sınava girmeden uğur aradı buluşalım dedi tamam dedim. 5 buçuk taksim diye anlaştık.
erken çıktım tabiki sınavdan. uğuru aradım nerdesin?
-kızıla-ay aman taksim deyim.
-he bebeğim kızılay.. hey yarabbim. bekle geliyorum.
-nerden gelecen
-tünelden.
-tamam ordayım ben de.
-muck.
-muck.

özlemişim keretayı. bir süre sınav hakkında çemkirdim. anlayışla dinledi. sana göre değil zaten dedi. karnım aç dedi. ama ne istiyosun sorusuna tabikide şundan diyemedi. aylak aylak yürürken sinema önünde bulduk kendimizi. aşk tesadüfleri severe gitsek ya dedim.
burun kıvırdı.
sonra aa onun hakkında çok yorum var gidelim gidelim dedi. bugünün salı olduğunu deli gibi bilmeme rağmen beynim sınavdan sonra sildi sanıyorum. bilet alırken günün ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu. uğurun da yoktu. gişedeki kadına sorduk. dumur oldu. ahaha. kendinden şüphe etti.
"salı.. salı olması lazım" dedi sesi mücrim gibi titreyerek.
neyse biletleri aldık. sonra burger dedi koşa koşa burger da yemek yedik geldik film başladı...


filmi anlatacağım.
bu bir aşk tesadüfleri sever yazısı. buraya kadar olan kısım girizgah idi.
filmin ne kadar klişelerle dolu olduğunu ne kadar fransız esintisi taşıdığını bile bile gittim.
sadece şu replik için:
"sen hiç istanbula gidip de ankaraya dönen gördün mü hiç?"

filmi şu şekilde oluşturmuşlar muhtemelen. abi ipek diye bi kız var. bunun en büyük hayali oyuncu olmak. önce bunu bi basalım. iyice bunun kokusu çıksın. bekletelim bi kaç gün. sonra ilk-orta-lise ankarada okumuş olsun ama sonra basıp istanbula gitmiş olsun. heh bu da biraz dursun. suyunu salsın.
sonra rakı sevsin bu hatun. bir de tam ipek gibi yok ben sek içeyim desin. evet evet aynen böyle desin.
sonra bak şu tiyatro konusunda biraz daha şeedelim.
bence şinasi de olsun oyun. evet evet şinaside olsun ki daha bi etkili olsun.
ankarada hangi mekanlar olsun?
inn olsun, kıtır olsun. 312 olsun. kuğulu park, atakule ve botanik zaten allahın emri ankara sonuçta.
yeter sanki.
evet tamam verin fırına.
üstüne kaşar servise hazır.

"ankara'dan gelen için istanbul başkasının çocuğu gibidir. gülerken seversin, ağlayınca bırakıp gitmek istersin"

ilk yarısı izlenip çıkılabilir ama. 2. yarısı gereksiz klişe ve acıklı.
şarkı sahne kordinasyonu güzel olmakla beraber zaman zaman fazla kasıntı olmuş.
küçük detay detay diye ölünmüş.
ama fazla kurcalanmamalı bazı filmler. bu da öyle bir anı olsun diyilip geçilmeli. çok orjinal hayatımın filmi gibi bir şey arıyorsan black swan bekle. değil mi?

eve gidesim gelmedi çıkışta. bi yere oturduk. bu arada uğurda ağladı filmde. bir mahzunduk ikimizde.

-böyle filmler insanda mucize beklentisi yaratıyor
-ben inanmıyorum.
-neden?
-bilmiyorum belki doğru düzgün bir ilişkim olmadığından. bu yüzden belki tiyatroyu sevmiyorum, film izlemiyorum, kitap okumuyorum. mucizelere inanmadığım için.
-insanı mucizelere inandıran kitaplar ve filmlerdir ama. inandırmasa bile tohumu atan onlardır.


çok da mucize beklememeli insan. her öykü olay öyküsü değil neticide, sait faikçiğimin memduh şevketçiğimin kulakları çınlasın.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Nastasya Filippovna

-kalk, kalk! diye fısıldadı. çabuk kalk!
-mutlu musun? mutlu musun? bugün, şimdi? onun yanında? ne söyledi o sana?
kadın yerinden kalkmıyor, prens de dinlemiyor; sadece çabuk çabuk soruyordu. sanki biri kovalıyormuş gibi acele ediyordu.
-senin söylediğin gibi yarın gidiyorum. burada durmayacağım... seni son kez görüyorum, son kez! şimdi bu son olacak!

bir kaç yazı öncesinde yaptığın ve dediğin her şeyin altına imzamı atacağımı söylemiştim nastasya güzelim benim ama bu olmadı be..
ne demeliyim?
olmadı bu.
gitmemeliydin. hadi gittin diyelim son bir kez görmek için o kadar beklemiş olduğunu belli etmemeliydin.
birini son bir kere görmek saçmadır çünkü. gereksizdir be güzelim.
birini son bir kez görmek istiyorsan bu son olmasın istediğindendir..
o belki beni unutmuştur diye düşünüp, giderayak son bir çelme takmaktır.
sen bunu yapmamalıydın. hayır tamam bu tam senlik bir şey.

-peki sonunda nişanlının neredeyse Rogojinle gidecek bir kadın olduğundan utanç duymayacak mısın?
-ateşiniz vardı sizin! şimdi de aynı durumdasınız!
-peki ileride sana karının totskiy'nin kapatması olduğunu söylediklerinde utanmayacak mısın?
-hayır, utanmam... siz kendi isteğinizle totskiy'le yaşamadınız ki!...
-hiç başıma kakmayacak mısın?
-asla!
-bak, sakın bütün yaşamını kapsayacak sözler verme!

aman allahım sen ki bu lafı söyleyip, prensi adeta sümük gibi ardında bırakıp paraları ateşe atıp Rogojinin kolunda çıkan kadındın nasıl oldu da son bir defa görmek gibi bir zayıflığı ele güne gösterebildin.
tamam can yaktın ama herkes bilir be canım nastasya..
seni gitmeden son bi göreyim demek, gidiyorum ama aklından hiç çıkmayayım emi demek..
gidiyorum ama bana yaz demek..
gidiyorum ama gelirsem uğrarım demek..
gidiyorum ama seni seviyorum demek..
sen bütün bunları bilecek bir kadındın nastasya, tamam amacın buydu belki, hoş bi yere kadar başarılı da oldun ama yapmamalıydın.
bazen onu son bir kere bile görmeden gitmek gerekir,
ardına bakmadan.

yine de seni çok seviyorum. neden rogojine kaçtığını ise tüm kalbimle anlıyorum.
sana tekrar yazacağım şimdilik bu kadar.

seni seven
kırmızı.

6 Şubat 2011 Pazar

ciddiyet.

hayatım ciddiyetini yitirmek üzere.
gerçekliği çok fazla olan rüyalar görüyorum. bütün sebep bu. çok uyuyorum. ankarada uyuyamıyorum ama istanbulda sonsuza kadar uyuyabilirim sanırım. gündüz uykularım bile var istanbulda. ne harika değil mi?
çözünürlükle alakalıdır belki?
hd kalite rüya görüyorum adeta. o kadar net ve o kadar olabilir ki. kimi zaman durum rüyaları görüyorum. kimi zaman alarmı kapatıp tekrar yatınca alarmı kapatmasam neler yapıcaktım onu görüyorum ki bu alarmı kapatıp yatma işini inanılmaz anlamsız kılıyor. canım sıkılıyor.
uyandığımda hiç bir şeyi yapmamış olmak hakikaten can sıkıyor.

ve bugün bütün bu rüyalardan ders almış olacağım ki otobüsü kaçırdığımda neyse ya belki rüyadır dedim. ahahhaha.
ya rüyaysa diye ders çalışmıyorum o dakikadan beri. ama inancım biraz azaldı. sanırım bu sefer yanıldım. bu bir rüya değil.
yine de uyanırsam ya da uyursam ya da ne bileyim işte bir şey yaparsam ve bu bir rüyaysa gelip bu yazıyı kontrol edeceğim.
son cümleyi silelim bence.
pek olmadı gibi.

geçen gün havuzlu bahçede otururken de oldu aynısı. hava inanılmaz tuhaftı.
ankarada son baharda böyle tuhaf rüzgarlar eser hani, soğuk değildir ama bi aptaldır. ne yapsan bilemezsin.
öyle bir şey esiyordu, güneş salak salak dolanıyordu. üşüsem mi ne yapsam bilemiyordum. insanlar konuşuyordu.
o an mesela bir an için ankaraya döndüm. 2 sene belki 3 sene öncesine. ve bir an için bu kadar zamanı hiç yaşamamış gibi hissettim.
en başındaymışım hissi.
korkunç bir şey.
tabii ben şuan uyanıp bugünün başında olmak isterdim açıkcası.
ama 2 sene öncede olmak istemezdim sanıyorum.
zira başa aldığında olayları değiştirme ihtimalin çok düşük. bunu öğrendim.
ha bir de nedense aklıma geldi;

"yaşamak, yaralamak ve yara almaktır, ama insanca."

cinayet!

santiago nasar öldürülecek.
hissediyorum.
hissetmekten de öte biliyorum.
çok yakında.
muhtemelen salı günü.
ama hiç bir şey yapamıyorum.
elimden hiç bir şey gelmiyor.
cinnet sebebi.


*masada bir şişenin yuvarlandığını hissediyorsun. uzansan tutacaksın ama göz göre göre yürüyor o şişe, ve senin gözünün önünde yere düşüp parçalanıyor.

(pazartesi olsa daha manidar olurdu ya.. neyse artık.)

5 Şubat 2011 Cumartesi

not:

bak ben ne farkettim.
küçükken çok aptalmışım.





not2:
küçükken çok aptalmışım cümlesi insanı müphem bir paradoksa sokuyor.

bu bir kriz yazısıdır.

internet bankacılığından zerre anlamıyorum.
eft havale gibi işlemler kadar beni geren başka ne var şu ahir ömrümde diye düşündüm.
bulamadım.

bir pasta gönderme işi bi insanı maksimum bu kadar yıpratabilirdi bence.
ben dünya üzerinde bütün işlerimi konuşarak halletme yanlısıyım. öyle tık yapalım. bi tık uzağınızda. bi tık la hallolur işler benden uzak anlayanın can dostu olsun.
"yavrum gel hadi şu mesajlara cevap yazalım nasıl yapıyorduk şimdi" diyen caanım yaşlılarım. annem, babam, teyzelerim, halalarım, -ki onlarda artık çatur çutur mesaj yazıyor- artık hepinizi sonsuz kadar seviyorum. ne zaman isterseniz çağırın beni, her türlü mesajınızı yazarım. zira benim muhasır medeniyet seviyem mesaj yazmakta kalmış.
ben daha interaktif şifremi bile edinemiyorum!
ben size mesaj yazayıp, araya edebi sanat bile katarım. ama arada da size "ah hadi gelin de şu eft yi bi yapıverin" diyeyim, gül gibi geçinip gidelim.

internetten hallolacak işler ben de hep dolandırılıyormuşum hissi yaratıyor. bir panik oluyorum. 500 tane şifre soruyorlar, hepsi farklı!
birini yanlış girince hepsini baştan girmek zorunda kalıyorsun.
güvenlik için,
halbuki ben hep ya bi önce yazdığım şifre evrenin bir yerlerinde birilerinin eline geçer de parçaları birleştirir veeee...
gibi düşüncelerle gerim gerim geriliyorum.
saçımın bir kaç tel beyazlaması ise büyük bir ihtimalle en son işlemi bitirdiğime inanıp da durum kontrol dediğimde bekliyor yazısını gördüğüm ana tekabül ediyor. nasıl ebkliyor. ama ama ama ben yaptım! dedim. nasıl bekler hadi gitsin dedim. bir panik bir bilene danıştım. nerde hata yaptım nerde nerde nerde dedim.
o da sakin ol küçüğüm bugün cumartesi ilk iş günü gerçekleşecek eft. ondan şimdi bekliyor gözüküyor dedi.
derin bir nefes aldım.
bankacılık sektörünü fazla avrupalı rahatlığında bulup siesta da yapıyordur allah bilir bunlar dedim.

eft yapmak yerine "yea ankarada bi arkadaşa diyivereydik götürür verirdi parayı " gibi bir öneri bile sundum. e o arkadaşa nasıl vericez parayı? biz aramızda daha sonra hallederdik.
ya da mesela postalayalım!!
evet parayı bir kitabın 23. sayfasına koyardık ve yollardık. çok daha romantik ve manidar olurdu.
pastacıyla mı romantizm yaşıyorsun pardon ben onu kaçırdım?
bence romantizm hayatın her yerinde olmalı.
bilgisayar ve internet insanı çok yalnızlığa itenasdfvgbhnjklşi
adı üstünde bireysel bankacılık!!
adı bile bir yanlızlık.
bu konu da hakikaten bu kadar saçmalıyabildiğine göre durum vahim.
yeni mi farkediyorsun. ah sen beni hiç tanımıyorsun.
evet aynen beceriksizliğimi, yeni bilgilere kapalılığımı aynen böyle perdelerim.
tek perde. oyunda ara yoktur,
oyuncuların konsantrasyonu açısından çıkılmaması rica olunur.
ne demek bu biliyor musun, çişiniz varsa tutun. ama nacizane tavsiyemiz yaşlılığınızda sorun yaratmaması için oyundan önce işeyiniz. ama işeyemiyorsanız da panik olmayınız. yani benim oyundan önce ayak yoluna gitmem gerek ben bir şeyler içeyim en iyisi gibi bir panik havası yaratmaya gerek yok.
çok konuşuyorsun.
altından kalkamadığım her konuda laf salatası yapar üstüne mısır serper, zeytin taneleri yerleştirir yediririm de senin ruhun duymaz.
bu ara çok fazla sır açıklıyormuşsun gibi geliyor bana.
ee ömrün yarısını geçtik. şurda kaç yılımız kaldı.

sen bana asıl derdinin ne olduğunu söylesene..
tamam.
çok acayip bir rüya gördüm. sabah kalkıp sigara paketine uzandığımda sadece tek bir dal kaldığını farkettim. yakamadım.
biraz beklettim. ve az evvel yaktım. ve şimdi sigarasızım.
bugün evden çıkmaya niyetim yok. karşıdaki bakkala eft yapsam bana getirir mi acaba?

Prens Mışkin

"...yirmialti yirmiyedi yaslarinda, ortadan biraz daha uzun boylu, sarisin, gur sacli, cukur yanakli, seyrek sivri beyaz sayilabilecek sakalli biri. iri mavi gozleri yorgun bakisli. bakislarinda sessiz, agir, kimi insanlarin ilk bakista hastalik izlerini gorebilecekleri tuhaf bir anlatim..."

dünyanın en içi kötü insanı benim. hadi hep bir olup benden nefret edin. ben kitabın en başından beri prens mışkin de hep bir art niyet aradım. neden yaptın bunu?
bilmiyorum.
ama bana samimi gelmedi. yani bazı yerlerinde ki özellikle oynuyor bu adam demek geldi içimden. peygamber özellikleri taşıdığını düşündüğüm, ah keşke herkes mışkin gibi olsa dünya o zaman ne kadar güzel olurdu ah dostoyevski sen keşke herkesi sen bu kadar mükemmel çizseydin dediğim an hiç olmadı.

büyük bi ihtimalle prensle karşılıklı oturuyor olsaydık ben onun hiç bir söylediğini dinlemez, sürekli bir açığını bulmaya çalışırdım. zil zurna içirir sarhoş eder, ele güne rezil oldururdum. karşısında sinirden tırnaklarımı kemirirdim. budalalığından saçımı başımı yolardım.

"ah ikisini de seviyorum. birini seviyorum birine acıyorum" lafları ise bana hiç dokunmadı azizim. o ne öyle ne şiş yansız ne kebap mantığında?
ayrıca bana bir kaç dakika bile olsa nastasyanın katili yoksa mışkin mi diye düşündürttüyse -ki, bence bıcağı 2 parmak kadar sokan her ne kadar rogojin olsa da asıl katil prenstir- o kadar da masum peygamber gibi adam canım benim değildir.
hindir o hin! aslında ne fırtınalar koparmak ister de, hastalığı yüzünden zayıf düşmekten korkar. böyle iç hesaplar yapan adamın teki! hadi gel sana yemek ısmarlayayım der, ama bunu sadece demek için der, bir forsu olsun diye. sen tamam dediğin anda üç kuruşun hesabını yapmaya başlar.
neymiş efendim, aslında aglaya'yla evlenmek istiyormuş da aglaya koşunca arkasından koşmayı çok istemiş ama tam o anda nastasya bayılmış ya ne yapsa imiş.
sana mı düştü dangalak derler adama mışkin efendi!
evleneceği adam var orda. o ayıltır.
gideydin aglaya'nın ardından o kadar sevmiştinse?
nastasya iki gülüp, bir göz süzünce erimesini biliyorsun ama.

ayrıca sen değil miydin be adam
"sevgili aglaya bunları sana sadece bil diye yazıyorum. seni arkadaş olarak yakınım olarak görüyorum...."
ayarında bir mektup sonra nasıl oldu da kanka ayağı, ayapa düştü böyle bir anda "sizi seviyorum"lar döner oldu?

bilmiyorum mışkin bilmiyorum. hala nastasyadan sonra nasıl oldu da aglaya ya koşup yalvar yakar onun düzenini bozup kendine döndürmedin ona şaşıyorum zaten..

kişiliksizlik, karalarında ısrarcı olamama, dediklerinin arkasında durama ne zamandır saflık iyi kalplilik oldu sorarım sizlere..

3 Şubat 2011 Perşembe

martı vs güvercin

bu konuda güvercinleri üzerine para verseler bile savunamayacağım sanırım. martılara leşçi diyen çiğ sesler duyuyorum ara ara. bu seslere bir kadıköy vapuru ardına takılmış martılarla birlikte cıyak cıyak gülüyoruz.

bir kere leşçi dediğin martılar ekmeğini kovalıyorlar. sen ekmeğini taştan çıkaran insanasaygı duymuyor musun da yemeğini sabah serinliğinde çöpte arayan martıya laf ediyorsun?
o hiç değilse senin sevdiğin güvercin gibi sabah akşam bi cami avlusunda ya da parklarda fahişe gibi beklemiyor. ağır bir tabir mi oldu? ama yaptıkları başka ne ola?

hep aynı mizansen. bir adet orta yaşlı bohçacı teyzemiz ya da avurtları çökmüş emmimiz önünde kaplarda arpalarla oturur. hiç bir güvercin bu olaya isayan etmez. biri gelip de yem alıp atsın diye dolanır durur. sokakta izmarit arayan evsiz gibi taş aralarına kırıntı girmiş mi diye koklanır durur. bu mu yani asillik? cami önlerini parkları keraneye döndürüyorlar haberleri yok. kaç yaşında adama, kadına üç kuruş için yaptırdıkları işe bak. adeta pezevenklik!
kevaşe bile değil bunlar. ucuz fahişeler hepsi. aynı anda havalanıp aynı anda durulan bir sürü. insanın kafasına sıçtı mı da şans getiriyormuş yok ya? olur mu öyle şey.

bir kere martılarda bir koşturmaca bir heyecan bir mutluluk var. bir seçim şansı var. isterse ada vapuruna takılır isterse çöp karıştırır, isterse bir balıkçının balıklarına musallat olur. ağız tadı bilir bir kere. et yiyor neticede. kafası daha fazla çalışıyor. evcil değil.
bembeyazdır sonra. süzülürken turuncu ayaklarını saklar. sonra ben birbirinin kafasını gagalayan martı görmedim hiç, yardımseverdir.

açıkcası bir martı olsam jonathan olmazdım büyük ihtimalle. o yüzden onların bu yalın halini koşuşturan karın tokluğuna gökyüzünde dolanan istediği her denize girip çıkabilen bu canlı konusunda görüşlerin pek değerli olamayabilir.
ama bir martı zaten her türlü özgürdür. daha da özgürleşme arzusu benim istanbuldan "amerikaya gitcem ben yea" arzuma benzer, kabak tadı verir.

ve tabiki güvercin ankaradır, martı istanbuldur..

ki bu cümleden sonra en dı oskar gooooss tuuuu.....

2 Şubat 2011 Çarşamba

üzüm.

Talihim şarap olmamak
Üzümken.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...