30 Ekim 2010 Cumartesi

usus fructus abusus

napıyosun?
nerdesin?
yapma. yapmayalım böyle. sormayalım. parsellemeyelim birbirimizi. satın almayalım. hükmetmeyelim.
başkasına kiraya verme hakkımız olsun mesela.
intifa hakkı verdin ulan!
malik benim!
ne diyorum ben?
medeni mi çalıştım? hastayım ben. ateşim mi var?
usus fructus abusus.
ususumu alabilirsin ama abususumu asla!
abusus mu?
onu istemem zaten. tüketmem seni. kıyamam..
kıyarsın.
evet kıyarım. tüketirim seni. tüketmek için severim. tüketirim bitiririm ve biter.
acımasızsın.
uykum var.
benim yok. 5 saat uyudum. gündüz gündüz. hangimiz hangi replikleri söylüyoruz?
ne önemi var?
konuşma çizgileri koysan karışmazdık.
karışalım.
karışalım artık.
seni seviyorum de
ben de diyeyim.
burda bitsin.
rafa kaldıralım.
arada ısıtır yeriz.
olmaz.
evet olmaz.
çok hak tanımış oluruz o zaman.
çok hak tanırsak ipin ucu kaçar.
ipi sıkı tutmak lazım.
ip kaçtı.
boşver ipi.
herşeyi boşverelim.
hesap ver bana.
hesap verelim veremeyeceğimiz hesaplar yapalım.
ödeyemeyeceğimiz borçların altına girelim.
batalım.
kaçalım.
kaçalım!
birileri bizi kovalasın.
hep koşalım durmayalım. durursak birbirimizi yeriz. birbirimize bakmayalım yan yana durup etrafa bakalım.
etraftan bahseelim.
söz bize gelmesin.
iş ciddiye binmesin.
ciddi?

dıt dıt dıt dıııt.

26 Ekim 2010 Salı

bşlk
boşlk
boşluk
b o ş l u k
b o ş l u k
b o oo ş ş ş l l l uu u k
b o şşşş l l l uuu uu u uu k
b o o o o o o şş ş ş ş l l u uk
b oş l u k
bo ş llluu u uu u k k
b oş l l l l ll l llll l u uu u uu u uu uu u u u kk kk k


not:bir adet mesenger konuşmasından esinlenerek.
hepsi aynı bak. hacimler farklı.

fizyde ağladığın geceleri dinlerken bi anda özcan deniz yalan mı çalmaya başladı:s
senin için ağladım yalan mı yalan mı diz çöküp de yalvardım yalan mı yalan mı? ahhaha.

25 Ekim 2010 Pazartesi

karanlık

fazla aydınlık.
sevmiyorum bu kadar aydınlık.
güneş olmazsa ısınamıyorum belki ama istiklalde hep güneşsiz taraftan yürürüm. güneş gözümü alır asabi olurum.
ama şu saniye bahsettiğim ışık zaten güneş değil.
şehir ışıkları.
fazla aydınlık bak. her yer açık. her yerin ışıkları son ses.
sevmiyorum kapatalım.
karanlık olsun her yer. gece dediğin öyle olur.
sen ben ve sigaranın yanan ucu. tek ışık kaynağı bu olmalı.

balkona çıktık mı karanlık olmalı mesela.
balkona çıkalım şu saniye.
sen duvara yaslan ben demire oturayım.
düşeceksin de. ama bunu herkesin dediği gibi deme. düşeceksin ve ben düşmüş insan görmeyi sevmem der gibi deme. düşersen yaşayamam der gibi de. düşersen arkandan atlarım der gibi. ya da düşmem kalmam umrunda değilmiş de sadece yanına çağırmak istiyormuşsun gibi..
korkma düşmem diyeyim sana. henüz düşmem. sen ordasın karşımdaki duvardasın. bak tutunacak henüz bir şeylerim var. parmaklıklardan çok daha fazlası.
sen ben ve sigaralarımızın yanan ucu. bir de bulutarın arkasına saklanmış yarım yamalak bir ay. başka hiç ışık yok. dün gece anarşist bi grup gelip bütün ışıkları lambaları ışıklı tabelaları indirmiş. biz karanlıktayız.
karanlıkta susuyoruz. karanlıkta susmak dert değildir. bütün kelimeleri karanlık almış götürmüş der insan. ve buna inanır. birbirimizin karanlıktaki siluetlerine bakıyoruz. sigaralarımız bitiyor. bütün karanlık.
sonra biz zippo sesi.
ateş.
yeni sigaralar. yakmak için yaklaşıyorsun. seni çeksem ve atlasak aşağı bu karanlık gecede?
hayır henüz değil. henüz sen karşımdasın.
henüz kilometrelerce uzaklıkda da olsan karşımdasın.
sen ben ve ikimiz için yaktığım kaçak sigaraların yanan uçları.
güzeliz bu gece ellerim üşüyor. hava soğuyor bak.
ay nerde?
ay da gitmiş. büsbütün karanlık.
vazgeçmek için güzel bir gece. parmaklıkların soğuğunu bırakmak için..
ama hayır henüz erken..
henüz karşımdasın. yanıp sönen bir telefon ışığındasın.
bir cevapsız aramadasın.
açmamışım bak. açamamışım.
söyleyecek çok şey olduğunda hep susarım.
uzun bi süre sustuktan sonra konuşmak mantıksız gelir.
uzun süreli susmaların ardından söylenen söz hep tehlikelidir. zira sanki bütün susma boyunca o cümleyi/kelimeyi düşünmüşsün sanırlar.
ama sen öyle sanmazsın değil mi mesela?
şuan "özledim" desem sana. bunu aylardır düşündüğümü sanmazsın. aylardır susuyor muyuz yoksa? o kadar oldu mu? en son ne zaman? hayır açmayalım bu konuları. ensonnezamanlara girersek üzülürüm. ensonçokzamanöncedir belki. bakmayalım hiç tarihe. bu geceye bakalım.
sen ben ve soğuk parmaklıklar. soğuk ama sıkıca tutunuyorum hala..
sen hala ordasın.

zippo sesi.
ateş.
"bir silgi gibi tükendim ben. başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. ben, kurşunkalem silgisiydim. azaldığımla kaldım..."

21 Ekim 2010 Perşembe

*

"efendim manita seni seviyorum evlenelim ayakları yaparsa önce, 100 mumluk ampule yarım metre mesafeden bakın.
sonra gözlerinizi ampulden ayırıp manitanın gözlerine dikin eğer halan cıvırın gözlerini görüyorsanız hemen onunla evlenin allaaana kadar sizi seviyor!"


ağır roman'a ve bana bu filmi izleten marlis'e saygılar, sevgiler..

günün şarkısı :

ezginin günlüğü-siyah gözler.

http://fizy.com/#s/1gr2rd


"fal baktım, yol çıktı.. bu gemi artık gitti gider.
fal baktım sen çıktın, bakışın hala deler geçer.."

20 Ekim 2010 Çarşamba

bu bir boşluklu yazıdır.

garip şeyler oluyor.












hakikaten garip ama bak.


















sezgiyle yürüyoruz bugün. laf ankaradan açılıyor. bi yer tarif edicem edemiyorum. bi sokak adı söylicem aklıma gelmiyor. her şeyin çakması olan pasaj diyorum da adını söyleyemiyorum. garip şeydi. böyle biri zihnime girip özenle isimleri silmiş gibi. resim gözümün önüne geliyor. isim yok.















--tamımlanamadı--





















sonra muazzam manzaralı bi terasa çıkıyoruz istiklalde. bi süre gülümseyerek bakıyorum denize. karşıya. sonra muahbbete devam ediyoruz. yine ankara lafı geçiyor. ankaradaki kafeler, barlar, sokaklar..

















unutmuşum!

















gelmiyor isimler aklıma!

















bir terslik var. ben ankarayı unutmak için gelmedim ki buraya. yani ankara kalmalıydı. ankarayı silmek gibi bir niyetim olmadı ki benim. gerçi unutmak istesem unutamazdım ya.. hep öyle olmaz mı? istenmeyen ot başında biter hikayesi. bir şeyi unutmak istedikçe tekrarlarsın sürekli zihnini sınav yaparsın unuttu mu diye. ama ben ankaraya hiç böyle şeyler beslemedim. ben ankarayı bırakıp gittim. sabah evden çıkar gibi. kitleyip çıktım. evde hangi eşya nerde bilmeden.. gitsem elimle koymuş gibi bulurum. ama böyle anlatamıyorum...















nargile söylüyoruz. bulunduğumuz yer en iyi nargilecilerdenmiş. canlı nargile diye bir şey. limonlu. ve 18 tl. evet fiyat dudak uçuklatıcı değil mi? sizin için bi repliğim var ama hiç panik yapmayın:


















"burası istanbul"


















hı tabi her yer öyle değil istanbul alternatifler şehri. biz biraz bohem yaşıyoruz. amaç manzara hem. limon dilimleri falan var hoş öyle.





























canlısı daha güzel bak bu resim bi garip. kazağım falan çıkmış köşeden. bi de şu beyaz bina olmasa pek halkülade aslında.



























şimi şöyle bir şey var ki ahali bi önümde böyle bi manzara, diğer bi yanda doğmaya çalışan bi ay:








çok dikkatli bakan gözlerden bulutların ordaki dolunay kaçmayacaktı bence. ilerleyen saatlerde daha net olmuştu ama üşendim çekmeye.








sonra kafamı biraz daha çevirsem eve gözlerimi kısıp hafif baksa gördüğüm çıkıntının galata kulesi olduğunu anlarım. sizlerde anlar mısınız?






gecekonduların içinden yükselen tarih ya da tarihin dibinde biten gecekondular. biz sezgiyle bunu tartışa duralım arkada bir güneş batıyor. onu çekemiyorum zira kalkamayacak kadar yorgunum ve oturduğum yerden çeksem insanlar onları çektiğimi sanabilir. hem güneşin batışı ankarada da var. vardır yani. var hala dimi?





bu sırada yine söz ankaraya geliyor. sezgiye bi yerden bahsediyorum. ama yine adı yok! dei oluyorum! güneşin batışı oluyor diyorm sahlep oluyor diyorum. sıcak şarabı tarçın ve elma ile servis ediyolar diyorum ama bir türlü ismini bulamıyorum. yerini tarif ediyorum. köşede diyorum. daha fazla dayanamayıp bu özellikleri ipeke mesaj atıyorum. anlıyor hemen ve kısacık bir cevabı yollayıveriyor:


"tenados."





nasıl unuturum ki? bildiğin bi şarkının ortasındaki lafı unutmak gibi bir şey bu. istemezdim böyle olsun. neden oluyor onu da bilmiyorum. tamam ankarayı böyle bi ortamda hatırlamam özlemem zor farkındayım ama bu kadar ani ve hızlı silmem saçma değil mi? masıl yaparım bunu? 12 senem geçmiş adeta. 12 senemi gömmüşüm her yanına ve bak şimdi unutmuşum. şaka mı bu?





ankaraya gelmeli sanki. gezmeli sadece unuttuğum yerleri tekrarlamalı. altını çize çize okumalı? -ya da okumamalı?- sonra gitmeli. hayır hayır, yahya kemale atıftan bulunacak değilim. biliyorsunuz onu zaten hepiniz.





sadece şunu diyebilirim ki keşke ankarada olsam dediğim bi an yok, ama keşke ankaradan bir şeyler burda olsa dediğim an çok!









**çiçekli istanbul:








18 Ekim 2010 Pazartesi

hastalık!!

evet evet! bu bir hastalık olmalı.

istanbula geldiğimden beri kitap okuyamıyordum.
başlayıp 5. sayfada, 9. sayfada, 17. sayfada bıraktığım kitaplar yığını büyüdükçe büyüyordu.
soruna ne odaklanma problemi diyebilirim ne de ilgi eksikliği. tamamen aman bana ne havası çökmüştü üstüme ki iş kendimden nefrete varabilirdi. ösese senesi denilen illete bile kitap okumayı ihmal etmemiş bi insanken boşlukta sadece aylak aylak dolaşmayı iş edinmiş olmak çileden çıkaran bir şeydi beni.
işin bir diğer boyutu film de izleyememek.
peki ne yapıyorum ben o zaman ipek'in hayatından film ve kitabı çıkarırsak geriye ne kalır?
bakalım bu sokak nereye çıkıyor oyunu!
evet istanbula geldiğimden beri tek yaptığım şey bu. bir de emine'ye yürümek..

bu işe bi çözüm bulmalıydı. ben roman bile okuyamazken anayasa hukukunu nasıl okuyacaktım?
önce derin derin nefesler aldım. zorlamanın alemi yok. oyunlarıma devam ettim. tehlikeli değildiler. sonra usul usul eski kitaplarıma yaklaştım. sanki kimseleri sevemiyormuşum artık sevmeyi unutmuşumda eski sevgilime gidiyormuş gibi tutunamayanlara uzattım elimi.
nasıl seviyorduk söylesene dedim.
oğuzcuğum atay, nasıl tutunamıyorduk biz? haydi anlat bana.. en başından..
iyi gidiyoruz şuan. eski bir şeylere tutunma isteğim varmış demek bak. tutunamayanlara tutundum ben. sanki ilk defa okuyormuş gibi. şarkı bölümünü biraz hızlı geçtiğimi itiraf edebilirm zira bazı mısralar hala ezberimdeymiş.

kimi yerler aklımdan çıkmış ya da daha evvel okuduğumda bu kadar gözüme çarpmamış, ya da o zaman okuduğumda aklım ermemiş. yeni yeni şeyler keşfeder gibi okuyorum bugün. bugün hayatımda ilk defa kitap okur gibiyim.
bu gün sanki ilk defa aşık olmuş gibi..

canım oğuzcuğumatay..

NOT:

17 Ekim 2010 Pazar

bu bir hayranlık hikayesidir.

hastayım.
hasta olduğumda burnum akar. ve bununla beraber duygusallaşırım. hemen her şeye ağlıyor gibi oluyorum. aslında burnum nezleden ötürü akıyor ama ben sanki üzülüncek bir şey var ondan burnumun direği sızlıyor sanıp koyveriyorum göz yaşlarımı. ha bir de ateşten oluyormuş. göz yaşarması.
bugünkü göz yaşarmasının bununla ne kadar alakası vardı bilmiyorum ama kontrolsüz olduğu kesindi.
başa dönmem gerekirse cuma gecesine değinmek isterim. yo hayır istemem. o gece bir kaç kişi arasında kalacak kadar özel.

cumartesi sabah akşamdan kalma bir şekilde uyanıp muazzam bi kahvaltının tadına varırken ablamla bir anda gözgöze geldiğimiz andan almak istiyorum. saat 12 idi. ve bizim günler öncesinden almış olduğumuz 3 de beykoz da oynayan oyuna biletimiz vardı.

ankaralı dostlarım için belirtmek istiyorum ki bu iş elvankentten aküne gelemeye bile benzememekte.
kısa bir yol haritası çizecek olursam:
tramvayla eminönüne. ordan vapur üsküdar. ordan otobüs.

evet şimdi bu dile kolay yol haritasına bir de dillere destan istanbul trafiği eklemenizi rica ediyorum. ve sizin daha fazla hayal gücünüzü zorlamadan anlatmaya devam ediyorum.
süslenme faslının uzamasıyla 13:20 vapurunu kaçırdığımıza emindik. 13:40 vapuruna tav olmaya karar verdik. çünkü telefonda konuştuğumuz bayan üsküdardan beykoza giden otobüsün 45 dk. ya da 1 saatte geldiğini söylemişti. 2 de üsküdarda olmak hayal. olsun yinede umut diyoruz. belki yanlış bakmışızdır. oyun 15:30dur diye biletleri kontrol etmiyoruz falan.
tramvay iptal.
taksi!
ama trafik!!
13:40 vapuru da iptal. 14:00 vapuru?
taksiden iniyoruz 14:02... evet bir şeyler yakamızı bırakmayacak ama şanssızlık demeye varmıyor dilim.
14:15 vapurunu belkiyoruz. artık ikinci perde umudumuz var. ama oyun tek perde!
14:33 da iskeledeyiz.
bayanın söylediği otobüs saatte bir falanmış ve maalesefki kaçırmışız. başka bi otobüse atlıoruz.
çengelköy!!
aman allahım bi ara otobüsten inip sigara içmeye gidecektim. öylece durdu herkes. hiç ilerlemeyen anlar yaşadık. saat 14:55. akademi durağı!
biraz yürümek. sonra hey taksi!
taksiciye meramımızı anlatınca adeta taxi filmindeki taksici gibi nitroyu falan açtı sanırım. kırmızı ışıkta geşti . el freniyle u dönülmez yazınından u döndü falan. actiondı epey. en son adeta drift yaparak tiyatro önünde durdu.
15:04
ve reddediliş...
erken gelseydiniz diyip neden geç kaldınız bakayım edasıyla azarlayn bir adet saim kaptan!!!o kadar üzüldüm ki. adam neyse yarın erken gelin alıcam sizi oyuna dedi. ve sanırım bir paket dünyaya benim oldu. sonra çileli bir geri dönüş. ama sadece iskeleye kadar.
günün devamında moda iskelede harika bi manzara. bağdat caddesi mantı falan var ama bu yazıda onlara değinilmeyecek.
ertesi sabah. ya bu seferde yetişemezsek telaşının yanınbaşında neyseki anadolu yakasındayız rahatlığı var ama yine bir nebze. zira bugün pazar. ve pazar demek çok trafik az dolmuş otobüs demek. bunun yanısıra bir de bugün avrasya olduğunu düşünücek olursak. evet sanırım avuçlarım terlemeye o an başlamıştı.
avrasyayı gözden çıkarmıştım.
zaten köprü üstünde yürümek 28ime kadar ertelediğim planların su üstüne çıkmasına neden oluyordu. bir de yine yeni yeniden sümükler kraliçesi olmam ise durumu iyice zor ihtimal kılıyordu. herneyse. avrasya seneyede vardı. ama bu son oyun gibi gözükmekte idi.
ikinci beykoz sanat çıkartması bu sefer kahvaltıdan yine apartopar kalkma ile 13:10 da kozyatağından start aldı.
hedef 14:00daki iskeleden kalkacak olan otobüse yetişmek.
dolmuş beklemece..
dolmuş beklemece..
dolmuş!
evet nihayet!
ama ah. ahahha.
sinirleri bozan o trafik!!! insanı deli eden o trafik!! insanı katil edebilen!!
daralıp inmek ki bu sularda saat 13:55.
14:00 otobüsü kaçtı kaçacak.
koşmak...
koşmak..
koşmak.
koşmak!
durağa vardığımızda saat 14:07 idi. otobüs kaçmıştı.
dünkü otobüsten bulduk yine. plan aynı. bin akademi de in hey taksi!
ama süre.ç bu sefer o kadar kolay olmadı..
bugün pazar!
ve geçtiğimiz yer bir numaralı pazar kahvaltısı noktası..
yine hayatın durduğu noktadayız. gitmeyen arabalar..
yine o saim kaptan tipli adam geliyor gözümün önüne bu seferde azarlarsa ve geç kaldınız derse ağlayacağımdan kokuyorum. zaten burnumun içindeki sümük denizi kabarmış vaziyette.
oturup kahvaltı yapalım o zaman fikrini atıyor ablam. yetişemicez yine. mutsuzum. ama tamam diyorum.
orta kapı!
kapı açılıyor. ama abla ya yol açılırsa??
bi bakıyoruz yol açık. geri biniyoruz. son sürat gidiyor sanki otobüs. yol inanılmaz boş. nereye gitti onca araba?
iniyoruz. taksi!
bu sefer o kadar cevval değil taksici ama izi daha ara bi yoldan götürüyor sanki.
yine koşmaca.
adama bütün bu hikayeyi anlatırım eğer yine almazsa.
bu düşüncelerle giriyoruz içeri. daha başlamamış!
14:59 falan saat.
hiç kimse yetişemiyormuş meğersem. salonda epeycene boşluklar var. adam istediğiniz yere oturun diyor. 3. sıraya oturuyoruz. hem de orta.
oyun başlıyor..
karanlık.
biliyorum. her yer karanlıkken sahneden bakınca parlayan gözler seçilebiliyor. gözlerimi kocaman açıyorum karanlığa. ve ışıklar..
yetkin dikinciler..
oyunu kelime kullanarak anlatmam mevzubahis bile değil. harika desem bile öyle sönük ki sanki.
hem zaten yetkin dikincilerin ses tonu başlı başına bir göz dolma sebebi. oyunda hapşuruğumu tutmaktan ölücektim sanki. ama bir iki yerde ağlarken doya doya burnumu çektim. yanımdaki kadından özür dilemeyi bir borç bilirim.

en çok bir gün elinde bir evrak çantası ve koca bir bavulla "luka" benim de kapımdan içeri girsin istedim. girsin ve kaybettiğim bütün her şeyimi arkamdan toplamış olsun bana geri getirmiş olsun istedim. bu bi gün okulu asıp gittiğim sinemada kaybettiğim atkımda olur. tekini düşürdüğüm eldivende. çaldırdığım bir bıçak da.. anıları ve replikleriyle birlikte getirsin bana da. ve ben ona canım luka diyeyim. sarılayım. bir yerlerde uydurup unuttuğum ne kadar hikaye varsa çıkarsın bana da.

"kafka, wilde, aristo, camus, sartre, kundera.... ben bunları hep senin üye olduğun istikbaratın elebaşları sanırdım.."

"ben seni takip ettikçe, seni dinledikçe, kendimde yeni bir adam yaptım. oysa sen kendini fitursuzca harcadın. tükettin. bak işte bu 4 cilt kitap ve bu bavul senden kurtarabildiklerim.."

"bir gün oğlum baba polisler neden bu edebi metinleri de korumuyor? sigara dumanı ve alkolde yol olmasına izin veriyor dedi. ve biz o gn bu kitapları yazmaya başladık."

oyun bittiğinde gözlerimden yaşlar boşalıyordu ve nedenini bilmiyordum. içimdeki yetkin dikinciler hayranlığı bambaşka bir boyutta seyrediyordu.
kocaman cüssesiyle bir adam incecik bi iş işlemişti sanki karşımda.
bir gün bir adama aşık olacaksam o adam yetkin dikinciler olmalı bence.
çıkıştaki konuşmamız ise o kadar özeldi ki onu burada yazacak değilim ama bi önceki cümlemin altnı bir kez daha çizmek yerinde olacak sanıyorum ki.
o ses tonu.. evet sanrım birazdan gözlerimi kapatıp "mavi gözlü dev"i izleyeceğim.

13 Ekim 2010 Çarşamba

topuk tıkıtrısı konseri

“evim demiştim adamın tekine. Evimsin sen benim. Ondan sonra oldu zaten her şey.
Birini sevmek aşık olmak başka birine evimsin demek bambaşkadır. Kendinden apayrı birine evim demek ise kimi zaman fazlasıyla abestir.
Karşısına oturur sigara yakardım. Sigara içmemden nefret ederdi. İğrenerek bakardı bana. Sonra işine döndürürdü gözlerini. İncelerdim onu öyle saatlerce. Bakardım. Nesini seviyorum bu adamın? O benim neyimi seviyor. Hiçbir şey konuşamıyoruz çoğu zaman. Benim ilgilendiğim şeyleri boş bulurdu. Ben de onun ilgilendiği şeylerden hiç anlamazdım. Kitap okumayı sevmezdi. Halbuki ben hep uzun gazete okumalı Pazar kahvaltıları ve ardından saatlerce kitap okuyabileceğim bir adam hayal etmiştim. Yeşil panjurlu kırmızı evle birlikte.. Film zevklerimiz apayrıydı. Yine de oturur izlerdik bir şeyler. Yarıda ya ben dayanamaz kapatırdım ya o. O bana bakmazken saatlerce sövebilirim aslında. Ama sonra gözlerini gözlerime dikip efendim derse. Susar kalırım. Bazen günlerce çıkmazdık evden. Yemek yer televizyon izlerdik. O bir şeyler yapardı ben kitap okurdum. Gelir kitabımı alır atar saçmalık der beni kucaklayıp dışarı çıkarırdı. Arabaya biner saatlerce giderdik. Sadece beraber gitmek için. Bensiz sakın gitme derdi tek konuşmamız bu olurdu belki.
Yine böyle benim sigara yaktığım bir gündü. Gözlerini devirip bulmacaya başladı. Sürekli bana soruyordu. Ben çözüyordum o yazıyordu sanki. Sonra bi süre sustu. Ben yine onu inceledim. İçimden 5 kere küfrettim. 4 kere ayrıldım. Hepsi içimden oldu. Sonra gittim kucağına oturdum. Bulmacayı bıraktı. Göğsüne yaslandım. Kucağında küçücük kalırdım. Sarıldı bana. İlk o zaman dedim ona. Evimsin benim dedim. Sende yaşıyorum ben. Sende uyuyup sen de yemek yiyorum. Güldü. Böyle romantik cümleleri sevmezdi. Öptü beni. Anlamamıştı. Ne demek istediğim hakkında ufacık bi fikri yoktu. Bi insanın evi olmak ne demekti nasıl bir sorumluluk gerektirirdi bi haberdi. Evi olmadığı için değildi bu cahilliği. Kocaman bir evleri ve her daim imrendiğim bi aile yaşamları vardı. Düzenli, bağlı. Aslında sanrım bu yüzden ne dediğimi anlamamıştı. Ev onun için normal bir şeydi. Ev hayatında sorun nedir bilmezdi. Bazen bir şeylerin yokluğunu bilmeyen insana varlığını anlatamazsın. O da öyleydi. Hiç evsiz kalmamıştı. Her bayram kurulan sofraları hiç boş kalmamıştı. Amacım felsefi konuşmalar yapmak değil aslında. Lise kitabından fırlamış her şey aslında zıddıyla var, Varlığı tanımlayan yokluktur gibi cümleler belki fazla klişe ama duruma tanı koymada bire bir. Bir insanın evinde sorun yoksa evinin değerini bilemez. Onda ev kavramı oluşmaz. İnsan çoğu şeyi hayal ederek, özleyerek tanımlar aslında. Arayarak. O hiç aramamıştı böyle şeyleri. Bu yüzden suratıma anlamsız bakması yadırganamazdı aslında. O gün öylece kucağında uyumuştum. Sonra beni kaldırıp yatağa yatırmış.
Birkaç kere daha yinelendi bu. Bu cümlenin bu benzetmenin benim için önemini anlasın istedim ama anlamadı hiç. Canım deyip öptü. Saçlarımla oynadı. içi boş bir sevgi gösterisiydi.
Bütün bunlardan bi zaman sonra da çekip gitti. Ama evimdin dedim. Umursamadı. Gitme evsiz kalırım dedim. Onun için hiçbir şey ifade etmedi. Uykusunun en güzel yerinde üstünden yorgan çekilmiş fukara gibi açıkta kaldığımı hissettim. Aslında sadece yorgansız da değil. Evsiz kalmıştım! O gitmişti ve benim evim yıkılmıştı. Sokakta kalmak. Aylak aylak dolaşmak. Ondan başka ondan sonra hiçbir ev beğenmemek. Ağlamak. Yüzünün göz yaşlarından çirkinleşmesi. Kapatmak için makyaj yapmak. Artık hiç bi evde duramamak.. Böyle evsiz kalan kadın bir süre sokaklarda dolaşır. Acısını saklamak için yaptığı makyajı dile düşer üstüne bir adet etiket yapışır. Sonra da sokak kadını olur…”

Konuşmaya başladığından beri ilk defa gözlerini diktiği yerden çevirdi, çorabını dizine çekti. Bu hareketi o kadar kanıksamış yaptı ki sanki hikayenin hep burasında çorabını çekiyor gibi bi hali vardı. Adam koltuğa mıhlanmış gibi hissetti kendini. Sanki bu kadına bütün bunları yapan oymuş gibi bir savunmaya gerek duydu. Sonra silkelendi.
“neden anlattın bana bunları?” dedi.
Bu sırada kadın öbür çorabını da kaçırmamaya özen göstererek çekti. Ayakkabısını geçirdi ayağına. Ayağa kalkıp bileğini oynatarak siyah topuklu parlak rugan ayakkabısına ayağını yerleştirdi.
“sorarlar da genelde” dedi. “bu sefer sormadan anlatayım dedim.”
Adam bir sigara yaktı. Gülerek.
“hepinizin var mı böyle hikayeleri” dedi. Bu cümlenin içindeki aşağılama herkes tarafından fark edilecek gibiydi. Bir şey demedi kadın.
“böyle hikayeler anlatıp mesleğinize ki bak meslek dedim saygı duyuyorum kılıf uydurunca içiniz mi rahatlıyor?” kadın cevap vermedi. Cevap veremeyeceğinden değil. Sadece hikayenin doğruluğundan o bile emin olmadığı için sustu belki de. Belki de işin en eğlenceli kısmı her gece başka bir hikaye uydurmaktı. Aynanın karşına geçti. Kırmızı rujunu sürdü.
“kızmadın inşallah.” Dedi. Kadın aynaya öpücük atarak rujunu yaydı. Adama yoruma açık bir bakış attı. Tam olarak nasıl bir anlam çıkması gerektiğine kendi bile karar veremeyerek. Bir süre sessizlik oldu. Adam yarı çıplaktı. Bacak bacak üstüne atmış koltukta sigarasını içiyordu.
“başka müşterin var mı bu akşam” dedi. “yoksa kal.” Kadın yine cevap vermedi. Rimelini sürdü. Adam pür dikkat kadını izliyordu.
“peki” dedi adam. “hikayene dönelim. Güzel kadınsın. Hatta çok güzelsin.kültürlüsün de heralde mesleğinden beklenmeyecek bir şekil de. (burada güldü.) başka biri gelip senin evin olmayı teklif etmedi mi? O evin kadını yapacak adam çıkmadı mı bi daha hiç?”

Kadın son kez aynaya bakıp saçlarını kabarttı. Çantasını aldı. Kapıya doğru yürüdü.
“insanın bir kere evi yıkıldı mı bir daha otel odasında bile kalamıyor.”
Adama son sözü bırakmadan kapıyı açıp çıktı. Adam sigarasından bir nefes alıp başını geri attı. Kadının koridorda yankılanan topuklarının tıkırtısını konser dinliyormuş gibi dinledi. Konseri bölen telefonu oldu. Açtı.
“geliyorum Aysel.”
Kapattı.
Aysel karısının adıydı.

12 Ekim 2010 Salı

gitmek.

gitmek bağımlılık yapan bir şey. kaçmak. tabiki de amaç kendinden kaçmak gibi basmakalıp bi cümleye sığınmıcam. ama bazen bir gitmek yetmiyor. daha çok gitmek istiyor insan. gittiğin yerin bi önemi yok. bilmiyorsun da gideceğin yeri. alsında sonsuz bir çok gitmek isteği. ama onu durduran daha çoğun ne olduğunu bilmemek değil. daha çoğunu bilse de oraya gidince o gitmeninde yeniden yetmeyeceğinden korkuyor.
gitmek.
hep gitmek.
arkana bakmadan.
bir yere çok alışmadan. yada az alışıp gittikçe belki 2 önce terk ettiğin yeri unutabilecek olmak.
ama ya unutmaz da terk ettiğin yer acısını büyütürsen?
henüz bunu düşünme zamanı değil. şimdi haritadan yer seçme vakti.

sen böyle bir insan değildin.

11 Ekim 2010 Pazartesi

mandalin(a)

peki mandalin mi yoksa mandalina mı? bu konu aklımı karıştıra dursun ben bunu düşünürken 5 tane mandalin(a) soyar yerim.

laleler çıkmış olabilir mi? lale gördüm sanırım bugün. lale güzledir. gelincik ya da yaseminin yeri apayrı olsa da malum elinden tutup getiremem onu evime. köklerini özlergillerden.
peki ben?
pek de kökümü özlergil miyim? yoksa mevzuyu lale negzel lale kadar güzel olsam diyip geçiştirmeli miyim?

7 Ekim 2010 Perşembe

bugünü kim organize etti bakalım?


hayır hayır kesinlikle beni çok iyi tanıyan ve beni canından çok seven birirnin parmağı olmalı bu işte. koca şehre set kurmuş ben sırf yeditepenin herbiri ayrı filim dedim diye. bütün gün nerden geçerim naaparım bilmiş de ona göre oyuncuları iyi serpiştirmiş. ne ilgimi çeker benden iyi bilmiş. yağmuru bile o mu yağdırmış?

tamam baştan alıyorum.


1 haftadır falan koşuşturmacalardan olsa gerek kendimi istnbulda hissedemiyordum. bi mutsuzluk hakimdi. ve bu anayasa hukuku dersleriyle daha da tırmanıyordu. bugün çıktım ve herkese gideceğim çok mühim yerler ve çok acil işlerimin olduğunu söyleyip okuldan çıktım. tam öğle vakti bu okulda kıyamat kopsa farkedilmez. binlerce kişi oluyor sanki bi anda. neyse bu mahşer günü provasını atlatıp atıyorum kendimi dışarı. güzel bi hava. değilmiş. bak insanların şemdiyeleri var. demek yağmur yapıyor. gerçekten mi? ben neden ıslanmıyor muşum? bence yağmıyor. playback mi yapıyor? neden olmasın. bak bak tam söylemiyor dudaklarını oynatıyor. kızın saçları uçuşuyor. benim neden uçuşmuyor. şu çocuk üşür gibi kavuşturmuş önünü. ben neden etkilenmiyorum. bana neden olmuyor böyle şeyler. yoksa ben burda yaşamıyor muyum??


sözde paso çıkartmaya gidiyorum. karaköyden çıkacak. ama yanımda öğrenci belgem yok büyük ihtimalle bugün git yarın gel diyecekler. olsun. ben sadece gitmek için gidiyorum zatem.


adımlarımı hızlandırdım. tramvayın yanında koşuyormuş gibi bi halim vardı. sonra zönk diye durdum. sihirli daireler satıcısı! tezgahı açmış bi yandan yapıyor. o kadar ciddi ki. ve o kadar mutlu. (bakınız resim)



bunun için mi okuyorum yani ben dedim. bu kadar mutlu olsam yetmez mi? kıskandım. o kadar harika bi mutluluk ki. kaç para dedim. 5 dedi. hımm dedm. 4 olur dedi. dönüşte bakayım dedm.
şimdi alırsan 3 dedi. ya o kadar param bile yoksa dedim cüzdanından ne çıkarsa abla dedi. ve 1.80tlye aldım.







sonra yürüdüm. otantik bi dükkana girdim. küstüm ve marlis görse bayılırlardı. ve adam rumdu sanırım. izmir kemalpaşa dedi ama allhım o ne güzel bir rum şivesidir öyle. sorduğum çantayı bana satmak için elinden geleni yapsa da ah lakin param yoktu. elbiseler falan pek hoştu ama. zengin bi dönemde uğramalı.


deri çanta! ne güzel o ulak çantası dediğim çantalar ama ne pahalı lan. ben bi çantaya o kadar para versem içine ne koycam??

her neyse devam ediyorum istanbuldaki insanları seviyorum. o eski istanbul ayaklarını yapanları değil ama. böyle istanbula elinde bi bavul dolusu hayal ve umutla gelmiş. bi kapağı atalımda büyük şehire gerisi kolay diye düşünmüş sonra içi umut hayal dolu bavulu açınca hiç bi şey olmadığını bavulun boşluğunun ancak para ile dolabileceğini görüp ekmeğini bimitle sokağa açtığı bi tezgahtaki el emeğiyle, sigarasıyla kovalıyan insanları seviyorum.


defter satan bir çocuk. ciltli ama. ne güzeller öyle. duvar kağıdından yapıyormuş. bana sırlarını anlatıyor. sonra tam giderken küçük yeşil bi defter hediye ediyor. tanrım. ne tuhaf gün. bütün bunlar olamaz ki. kesin biri ayarlıyor.

sonra yürüme dericilere çanta sorma aktivitesi devam. eminönü! evet deniz. sadece bu deniz için yürüdüm ben aslında.



iskelenin oraya ayağımı sallandırıp oturuyorum. deniz. evet dünyanın sonu. her şeyin bittiği her şeyi arkanda ırakabileceğin bir yer. sonsuzluk. bu his için geldim ben buraya. bu his için her şeyini bıraktım. ve evet ben bu hissi sevdim. martılar geçiyor. vapurlar. denizinde ayrı karasında ayrı trafik var. ama duruyorum orda bi süre dünyaya arkamı dönüp. oturuyorum. sonra diyorum ki ben denize dönükken dünyanın sonu evet. ama denize arkamı dönersem ve şehre bakarsam işte burası o zaman dünyanın başı olur. dönüyorum ve baştan başlıyorum. bi şarkı söylüyorum. bı mırıldanma. sözlerini sanki ben yazmışım. yağmur yağıyor. artık hissediyorum. galata köprüsünün üstünden geçiyorum. bu köprüden geçerken mutlu oluyorum hep ben. oltaların arasından boğaz köprüsüne bakıyorum. arabaların insanların arasından galata kulesine. bi süre durup denize bakıyorum. sadece. öylece seviyorum. sonra gözüme tutulmuş balıklar ilişiyor. işte diyorum. ankarada böyleydim. avlanmış. ve kapana kısılmış. sürekli bi yere toslayan. bi çukarda kalmış ve hiç kaçamayan. kaçamadıkça sinirlenip sürekli duvara toslayan. eğer biraz daha dursaydım. şöyle bi görüntü olacaktı muhtemelen ki hakikaten tüyler ürpetrici bak..









neyseki ben tam zamanında denize sıçradım. koca bir deniz. kocaman ve kocamanlığının her yanını dolduracak bir kalabalık!

karaköye gidiyorum sonra beklediğim cevabı alıyorum. gönül rahatlığıyla tophaneye doğru devam ediyorum. bu srada yağmur epey şiddetleniyor. epey bi yürüyorum. nereye gittiğimi tam bilmiyorum ama ayklarım cezayir sokak gibi devam ediyor. alnımda süzülen bi yağmur damlası burnumun ucundan düşüyor. sonunda geliyorum. giriyorum. yücel abi bu ne hal diyor. hemen beni ufonun kollarına emanet ediyor. ucsuz bucaksız bi sohbet. sıcak çikolata içiyorum. sigara getiyor bana. yağmur dinene kadar kalıyorum. yağmur ne zaman diniyor? hiç bilmiyorum.

6 Ekim 2010 Çarşamba

konuşacak hiç bir şeyimiz olmadığı zaman çenemiz düştü. belki bu yüzden bütün kelimeleri tükettik de anlatacak o kadar şeyin olduğu şu vakit susmalar büyütüyoruz.

5 Ekim 2010 Salı

çıplaklık

birinin karşında soyunduğu oldu mu hiç?
gün be gün.
mesela ilk gün gelip öylece durur karşında.
2. gün merhaba der.
3. gün şapkasını çıkarır.
saygıdan olabilir bu. kapalı alanda şapkalı oturmak abes. üniversitede dersten atıyorlar bak.
4. gün oturur.
5. gün çay ister.
6. gün paltosunu çıkarır.
hava sıcak zaten. ondandır.
7.gün nasılsın der.
8.gün şalını çıkarır.
9.gün karşılıklı susuşmalar.
10.gün iyiyim der.
11. gün ceketini çıkarır.
evet evet kaloriferi yaktı biri.
12. gün bakar öylece.
13. gün gömlek..
şaşırtıcı.
14. gün kötüyüm ben der. böyle böyle oldu der.
15. gün atlet. ve karşında. çırılçıplak!
öylece. her türlü kıyafetinden arınmış. büsbütün çıplaklığıyla kendini sana olduğu gibi açmış bütün varlığıyla karşında ağlayan biri.
oldu mu hiç?
olmamıştır.
sanmıyorum. çünkü insanlar kendi çıplaklıklarından bile utanıyorlar. kendileriyle başbaşayken bile yeterince soyunamıyorlar. ve an geliyor öyle kandırıyorlar ki artık kendileri de en çıplak hallerinin bu olduğuna inanıyorlar.
peki hiç birinin karşısında soyundunuz mu? neyiniz var neyiniz yoksa çıkartıp makyajınızı silip geçtiniz mi karşısına birinin. eğer geçtiyseniz bilirsiniz ki bu öyle hemen olmaz. bi göz kalemini bile ilk sildiğinde hemen geçmiyor değil mi? hala biraz kalıyor boyası.
hem bilemiyor ki insan. doğru mu birinin karşısında o kadar soyunmak. dozu var değil mi? mesela ayşenin yanında sadece şapkamı çıkarırım. ama gülnurun yanında gömleğe kadar inerim. peki kimin yanında büsbütün soyunurum da içimde üşürüm korkusu bile olmaz bırak çıplaklığımdan utanmayı. ya ben zaten hep çıplak geziyorum insanlarına ne demeli? hakikaten yalancı mı demeliyiz onlara yoksa kendi giyinikliğini göremeyecek kadar kendilerine yabancı olduklarını fark edip acımalı mıyız?

bir de birini soyma fikri hep daha kolay geliyor sanki. soyunma fikri hep bi daha ürkütücü. şüphesiz en çok da kendi bile çıplaklığından bi haber olan insanların soyunması korkutucudur. tirtir titrer onlar. rahatsızlık verir. soğuktan sanırsınız. ama utanmaktandır.

4 Ekim 2010 Pazartesi

bal ıhlamur limon

bugünün teması bu.

evet okula gitmedim. bi hukuk öğrencisi için tabiki kayıp değil ama bugün ökm ye gitmek gibi planlarım vardı. yalan oldu. bir sosyoloji dersi daha kaçırdım. hakikaten kayıp değil. günün menüsü ise ta taaa:



ne hoş bir masa. temel besin maddeleri. balparmakın hepsini ben bitirmedim. ablamın geçen seneki hastalığından kalma idi. ama yinede çok tükettim. bal limon ıhlamur. karıştırmadan ama. yine bal ıhlamur bi nebze ama limon sıkma sakın! sek yerin ben onu.

1 ekim.

1 ekim cuma
barış geldi!
evet sabahın köründe haydarpaşaya geldi. aslında deli gibi gidip onu garda karşılamak istiyordum. fazlasıyla romantik olurdu. ama bunun için bi 5 de falan kalkmam gerekebilirdi. vakit kazanmak adına kadıköyden vapura bin karaköye gel dedim. tamam dedi. 7 çeyrekte alarm çaldı. kapattım. barışı aradım. 5 dakika sonra inicem vapura binicem dedi. binerken mesaj at dedim. yattım. sonra barışşş diye açtım gözümü. 7:25 abartopar giyindim. üç beş tutam saça maşa yaptım. barış mesaj attı. çıktım evden. tramway bekledim. geldi tabiki ayaktayım. beyazıtta boşaldı. oturdum. barış nerdesin diye mesaj attı. 5 dakikaya ordayım dedim. halbuki 5 duraktan bile fazla vardı. ufak yalanlar ilişkimizi zedelemez bence. haliçin üstünden geçtik. hala uykulu da olsam güç veriyor bana bu deniz. boğazım ağrıyor gerçi. karaköy. iniyorum. barışı arıyorum iskeledeyim diyor. ben de iskeledeyim diyorum. resturantların ora dimi diyorum. balıkçılar var diyor. bakınıyorum yok. simitçiye soruyorum başka iskele var mı? köprünün öbür tarafı balıkçı varmıymış diyor hıh evet diyorum. tamam kapat kapat şurdan geç git diyor. köprünün altında randevulaşıyoruz. yürüyorum.
barış!
sarılıyoruz.
ankara kokuyor. hayır ankarayı özlemedim. napalım diyorum. aklımdaki üç beş kahvaltı planını açıklıyorum. istiklal diyor gitmedim daha önce diyor. tamam diyorum. yürümeye üşenip fünikülerle çıkıyoruz. istiklal boş. çünkü sabahın körü. manzarasının güzel olduğunu duyduğum bi yere götürüyorum. beyfendi fazla lüks ve şık buluyor. zaten daha açılmamış. istiklalde devam ediyoruz. eski binalara bayılıyoruz. içimden yine hepsini satın alıyorum. barış mızıldanıyor. tamam karnı aç bu çocuğun. doyurmak gerek. galatasaray lisesinin önüne geliyorz. orta okul hayallerinden bahsediyoruz. barış japon turistler gibi fotoğraf çektirmek istiyor. çekiyorum onu tarihi kapı önünde. beyoğlu hatırasında resim çekiniyorz beraber. dokun bana!! teknoloji ne çok gelişiyor. ayak uyduramıyorum ki ben hiç insanlar filmlere hani vay canına vuhuu diyor ya ben bunu gerçek hayatta diyorum. cidden yapmışlar mı yani?? fransız sokağına gidelim diyorum. bu sokağı seviyorum ben. gerçi artık cezayir adı. dap dar bi sokak. ama binaların restorasyonu o kadar harika ki! en sevdiğim burjuva mahallesi. ah lakin ne kara bahttır ki her yer kapalı. in cin top oynamakta ve arada bir cafe komisi temizlik yapmakta. bu sokakta kahvaltı için açık bi yer var mıdır diye soruyoruz. yok diyor. ama öyle seviyoruz ki yürümeye kararlıyız barış sonradan mızıldanmasın diye peşin peşin söylüyorum. bak diyorum bu sokak nereye çıkıyor bilmiyorum ama istiklale kesin çıkmıyor. indiğimiz yeri beğenmezsen burdan geri çıkıcaz. tamam diyor. tamam diyorum. iniyoruz. bi cafe açık! sevimli bir adam var. açık olup olmadığını ona doğrulatıyourz. buyrun tabi diyor. oturuyoruz. barış sandiviç istiyor ben tost. domates koyarsanız mutlu olurum diyorum. tabi diyor. domatessiz mutlu olamıyorum sanırım. sanırım bu sularda söylüyor küçük kadınlar burda çekilecek diyor. ben dizi izlemiyorum demiyorum. bi kaç dizi daha sayıyor. sokak ve komşu kafelerin geçtiği hiç birini bilmemekle birlikte gülümsüyorum. bu yeditepenin her yeri bir film seti zaten.
kahvaltımız geliyor. çay güzel. nelerden bahsediyoruz barışla? o anlatıyor sanırım daha çok. arada bi durup durup ne şanslısın diyor. burda yaşıyosun artık. gülümsüyorum. bi kaç fotoğraf daha çekiyoruz. tostum bitiyor. djarum çıkarıyorum. zippomun gazı bitik. sevimlimutluolmamaisteryardımsever cafe sahibi yakıyor. sonra buraya gelen ünlüleri anlatmaya başlıyor. sezen aksu kalmış bi aklımda. barışa sorsak sayar bi kaç tane daha. yukarıdaki balkonda sezen aksu kahve içmeye bayılırmış. ama o gelince katı kapatmak zorunda kalırlarmış. üst katlar da çok güzelmiş. bir denizci merdiven varmış. çok özelmiş. gezebilirmişiz. barış gezelim diyor. sigaram bitsin diyorum. bitiyor. giriyoruz içeri. otantik. aslında otantik daha yöresel demek. burayı otantik kelimesi karşılamaz. ama emek verilmiş her yerine bu belli. ikinci kattaki balkonda oturuyoruz sezen aksunun oturduğu hani. orda da fotoğraf çektiriyoruz. cezayir sokak yazısı çıksın diye özen gösteriyoruz. bi üst kata daha çıkıyoruz. barış kitapçaya benziyor diyor. gülümsüyorum yine ama içimden kahkahalarla gülüyorum neresi benziyor? kitapça da çay 1.25 burda 2.50. ahahha. balkona çıkıyoruz. bütün sokak gözler önünde. barışla bir gece gelmeye karar veriyoruz. gece gelip burda oturmalı öğlen gelip ikinci kat balkonda nargile tüttürmeli. bu çocuk ne zamandan beri nargile içiyor. ben mi içirttim ilk? kötü arkadaş çevresiyim ben. üst katta otururken sevimlimutluolmamaisteryardımseverhepanlatmakister adam hayat hikayesine devam ediyor. aşçılığından ve hünerlerinden bahsediyor. cafe sahibi olduğu halde aşçı çalıştırmadığını bütün yemekleri kendi yaptığını söylüyor. ona tek bi şey soruyorum. mükemmel kurabiyenin sırrı ne? bu ara hep bunu arıyorum. bi kaç püf nokta öğreniyorum. 3 vakte kadar hayata geçiricem. fırın lazım ama önce. fırın var mı?
bi kaç tarif daha alıyorum. bi kaç tarifi sonraya bırakıyorum. bu sırada tekrar yemek yaptığı ünlüleri sıralıyor. gemilerde çalıştığını söylüyor. 17 sende 17 ülke gezmiş. hayallerimin hayatı olabilir bütün bunlar. kartını veriyor. istediğiniz zaman gelin dostlar diyor. ben zaten üst katta yaşıyorum. arayın açarım diyor. içimde bir mutluluk. bi yere ait olma isteği bu. buraya ait olabilir miyim ben? benim ait olmam için fazla pahalı sanki ama hem zaten istanbul bana ait. hayır değil. ankara bile bana ait olabilir ama biliyorum ki bu şehir. anonim. hem herkesin aslında hiç kimsenin. ahahah böyle ucuz tezatlı cümleleri bırakmıştım aslında ben. nerden dolandı yine dilime. hay aksi. sonra barış laf arasında body world sergisinden bahsediyor. ben de laf arasında gitmek isteidğimi söylüyorum. gitmeye karar veriyoruz. irem arıyor. ah canım irem. seviyorum onu çok. iyi ki var hani. napıyorsun ne ediyorsun diyor. body worlden bahsediyorum gitmek istediğini söylüyor. gel diyorum. barış giriyor lafa. saat kararlaştırıyoruz. beşiktaşta buluşalım. tamam. sevimlimutluolmamaisteryardımseverhepkonuşmakisteraşçıgezgin4dilbilir cafe sahibine iyi günler diliyoruz. kurabiye tarifi için teşekkür ediyorum.
yürüyoruz aşağı. cezayir sokak yazısının altından çıkıyoruz. bambaşka bir sokak arası. hayatın bu pek de ucuz olmayan tezatını hayretle izlicem sanırım hep. sanki az önce bi film setindeymişimde çıkmışım gibi. az önce bir panayırdaymışımda artık bitmiş gibi. sanki az önce şen şakrak sahnede gülen kadın kulise gelince bağırıp çağırmaya başlamış gibi. o kadar da kibar değilmiş bak. yürüyoruz. bi çanta görüyorum. aslında bayılıyorum. tam istediğim çanta. ulak çantası diyesim var ama ulak çantasının sizin zihninizde ne gibi bir model oluşturduğunu bilmediğimden korkarak yapıyorum bu teşbihi. ama benim hayallerimdeki ulağın çantası. 40 tl diyor. çok geliyor bi anda. halbuki hayallerim ucuz olsa mı daha mutlu olurdum ki? kesinlikle! almıyorum. 40 kesin mi diyince 35 olur diyor. hayırlı işler diyip çıkıyorum. tophaneye geliyoruz. sergiyi sorcak birilerini arıyoruz ama kimi gözümüze kestirsek yanılıyoruz. bi güvenlik görevlisinin yönlendirmesiyle buluyoruz. barış 5 yaşındaki çocuklar gibi heyecanlı. evet küçük bi oğlum olsa ve onunla lunaparka gidiyor olsak anca böyle olurdu sanırım. bana sürekli bu sergiyi görmeyi 4 aydan beri beklediğini söylüyor. sergi ve teknikleri hakkında bilgi veriyor. adamı anlatıyor. nasıl yaptıklarını. evet bu çocuk doktor olucak!
ama iremi bekleyelim diyorum. bu sırada kıyıya gidiyoruz. tel örgü var ama. sinirleniyorum. kendimi kapana kısılmış gibi hissediyorum. denize tel örgü arkasından bakmak kadar fena şey yok. (hiç bakamamak?) iremi arıyorum bulunduğumuz yeri ve nasıl geleceğini anlatıyorum. beşiktaş iptal.
babam arıyor sonra. babama sergiden bahsederken kadavra lafı kaçıyor ağzımdan. sakın gitme diyor. resim sergisine git konsere git partiye git ama kadavra madavra ne korkunç gitme sakın rüyana girer diyor. gülüyorum epey gülüyorum. bilim ama bu. dünya çapında bir şey diyorum. iyi tamam diyip kapatıyor. bu sırada barış iremi beklemeyelim hadi gidelim hadi gidelim baskısını sürdürmekte. iremi arıyoruz tekrar. daha binmemiş. barış surat asıyor. iremle pazarlık yapıyoruz. tamam diyor siz gidin ben de gelirim diyor. gidiyoruz. görevli çocuk şimdi girmeyin isterseniz bi okul grubu geldi rahat gezemeyebilirsiniz yarım saat sonra falan gelin diyor. boyun büküp iremi bekliyoruz. bu süre çok sancılı. çünkü hani 5 yaşında bi oğlum olsaymış ve ben onu lunaparka götürseymişim hikayesi vardı ya. şimdi yine o beş yaşındaki veledle lunapark kapısında bekliyoruz. biletleri alalım biletleri alalım diye tutturuyor bu kez. neden acele ediyoruz? girerken alırız? ama yok bilet alalım bilet alalım. tamam git al! 6-18 yaş indirimden yararlanıyourz. yaşadıklarımızı anlatsak 0-6 yaş ücretsizliğinden sokamazmıydık barışı?! yine fotoğraf çekiyoruz. bu sırada duvarlarda bunları biliyormuydunuz kıvamında yazılar var.
kadınlar erkeklerden daha iyi koku alırmış.
dil en güçlü kasmış
gülümseyin! 30 kasınız çalıştı.
bi kadın ömrü hayatında 35 çocuk doğurabilirmiş!
falan filan.
irem geliyor. giriyoruz. barışa o kadar laf ettim ama hakikaten etkileyici olabilir. zira 2 saate yakın gezdik sanıyorum. her şeyi barış bi daha anlatıyor bana. her kemik her doku her hücre hakkında bi fikri var!! anlatmıcam sergiyi gidin görün aralıka kadar vakti var. sonra çıkıyoruz. yorgunuz. açız. yürüyoruz. hedef yine yeniden beşiktaş! bu sırada kabataş sahilinde fotoğraf çekiniyoruz. bir amcaya veriyoruz telefonu. fıkralık dakikalar yaşıyoruz. dokanmatik ekrana eli değen amca ön kamerayı açıyor. sonra kendimi görüyorum ben sizi göremiyorum nerdesiniz sersenişinde bulunuyor falan. gülüyoruz. biz öyle kopmuşkene fotoğrafımızı çekiyr sonra. deniz gözüktü dimi diyorum. çantaları bile çektim diyor. bi bakıyoruz kafalar yok fotoğrafta. ahhaha. gülüyoruz epey. sonra yemek yicek yer arayışı. barış bi yer söylüyor. yürümeye devam ediyoruz. günlerdir iremle canımız zaten mantı çekiyor. ver elini bodrum mantı diyoruz. bütün taksiler zaten bizim. muazzam mantı. sonra bebek sahili falan filan.

şunu farkediyorum. barış. hayatımda değer verdiğim bi insan. sevdiğim. muhabbetin neresinden başlarsa devam ettirebileceğim bi kimse. ama bu sadece ona özgü. yeni insanlara karşı bu kadar tahammüllü değilim mesela. ergen geyikleri mesela. kaç yaşına geldim olum ben diyip kestirip atamıyorum bu adamla. bu adamla gülüyorum ben. eğleniyorum. bu adam ankara da. ben istanbulda. makyajlı sokaklarda dolanıp denizle nefes alıyorum.

aslında her şey yolunda..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...