31 Aralık 2010 Cuma

dilek

bir şarap mahzeninde (evet tıpkı athos'un kaldığı gibi) milyon cepli ve her cebinde de bir sürü çikolata olan bir insanla mahsur kalmak istiyorum.
çok istiyorum.

27 Aralık 2010 Pazartesi

körlük

"tartışma sizi hiç bir yere götürmez dedi doktorun karısı. araba orada dışarıda oysa siz ikinizde burdasınız. birbirinizle barışsanız iyi olur.burada birlikte yaşamak zorunda olduğunuzu da unutmayın. ben burada onunla yaşamak istemeyecek birini tanıyorum, dedi birinci kör. siz ne isterseniz yapın ama ben gidip birinci koğuşa yerleşeceğim, bu herif gibi kör bir adamın arabasını çalabilecek tıynette bir serseri ile aynı yerde kalacak değilim, benim yüzümden kör olduğunu ileri sürüyor iyi ki de kör olmuş, bu kavanoz dibli dünyada biraz olsun adalet kaldığını gösterir bu. bavulunu kavradı ve tökezlememek ayaklarını sürüyerek, boşta kalan eliyle boşluğu yoklayarak, iki yanında kötü yatakların dizili bulunduğu geçiş yoluna yöneldi, koğuşlar nerede diye sordu ama yanıtını istemedi. -zaten yanıt veren de olmadı- ..."





Körlük/Jose Samarago

akışkan cümleleriyle insanın başını döndüren, düşündürten, sorgulatan. ben de bir ara (kitapların resimlerini böyle yandan kapağı hafif kalkık çekmek ise en büyük zevkim oldu)böyle şeyler düşünmüştüm nerde benim eskizlerim dedirten bir roman.
ne zaman aldığımı hatırlamıyorum ama benden önce bu kitaba sahip olan kişi ilk sayfaya "ebru helvacı 2008" diye not düşmüş. sanıyorum ki
ben de 2009 başı gibi bu kitapla tanışmış olabilirim. aldığım gün ise tamamen net.
adilhandaydım. en çok sevdiğim kitapçıda yine herzamanki gibi oblomovu sormuştum. ve yine gelecek çok az kaldı cevabını almıştım. bunu bir kaç sefer yaşamamız kitapçı da bir mahcubiyet yaratmış olmalı ki bana bu kitabı verdi bir anda. ikinci el olmasına rağmen inanılmaz temizdi. ve 5 lira dedi. normalde bu kadar temiz can yayınlarını daha fazlaya sattığını biliyordum. bunun bir özür anlamında olduğunu düşünüp kabul etmek istemedim. ama lütfen bu kitabı okumalısın kesinlikle dedi. ve aldım. kitabı çok kısa sürede okumama rağmen son 20 sayfa kala bıraktım. o ara öyle bir huyum vardı. bu kitap son 20 sayfada bırakılacak bir kitap değil ama bunu da belirtmeden geçmem mümkün değil. daha sonra okudum. ve ardından görmek'i almak için dayanılmaz bir istek duydum tabi. daha fazla bahsedersem dayanamayıp kitapla ilgili okurken keşfedilmesi gereken şeylere değineceğimden korkuyorum.

sevgili beenmaya,
neden bana verdiğin bu minicik görevi bu kadar geç yerine getirdim değil mi? sorun şu olabilir ki 55. sayfada paragraf yok. yazmaya üşenmiş olmam bir gerekçe ama sanırım çok da geçerli değil. yaşamaya üşenmek ise fazla büyük bir laf. ama yaşamaya bile üşendiğim şu günlerde kitapdan bakarak yazmaya üşenmem sanırım mazur görülebilir bir şey.
bu kitabı bana tekrar hatırlattığın içinse çok teşekkür ederim.
ve tabiki biraz geçikmiş bir mutlu yıllar dilerim:)

sığınmak ellerine bir gece vakti.

Bir sokakta kenarda oturuyorum. Yanımda konuştuğum birileri var ama pek ilgilenmiyorum onlarla. Gözüm başkasına takılıp duruyor. Selamlaşıyoruz onla. Ama birlikteliğimiz sadece bu selamdan ibaret kalacak sanıyorum. Sonra bir anda gözümün takıldığı kişinin telefonunda bir şarkı çalmaya başlıyor. Gülümsüyorum.

Çalan şarkı gözlerin..

O sırada uykum inceldi sanırım. Bilincim bir anda bunun bir rüya olduğunu ve skype açık bırakarak yattığımı ve ozanın şarkı açmış olabileceğini fısıldadı bana. Ama ozan bu kadar ince bi insan değil zaten bu ihtimali düşünmek istemedim ve gözlerimi sıkıca yumup bu ihtimali uzaklaştırdım. Şarkının ortalarına geldiğimde –x kişisi diye bahsedeceğim- x kişisi bana doğru gelmeye başladı. Bana doğru gelmesi o kadar abesti ki bunun bir yanılsama olduğunu düşündüm. Ama o daha da yaklaşıp elini uzattı bana.

-biraz yürüyelim mi?

Bunu dedi mi demedi mi kestirmek çok zor ama ben demiş gibi hissettim. Elini tuttum. Kalktım. Yürüdük. O sırada bütün dünya ellerimize baktı ve parmaklarımız birbirine bir söz verirmiş gibi kenetlendi.
Sonra yine onun telefonundan deli mavi çalmaya başladı. İkimizin de gözleri mavi değildi. Ama sanki bu asırlardır bizim şarkımızmış gibi birbirimize bakıp gülümsedik. Durduk sonra. Yürümedik. Dar bir sokaktaydık. İnsanlar vardı.
Bir anda sarıldık birbirimize.
O kadar içten ve o kadar gerçek.
Kelimeler yoktu. Duygular vardı.
Özlem vardı havada ama mesela bu ikimizden biri çok özlemişim dediği için mi vardı yoksa bir duygumuydu ayırt edilmiyordu.
Bütün sokak yavaş yavaş yok oldu sonra.
Başımı omzuna yatırdım. Gözlerimi sıkıca yumdum.burnum üşümüştü . bütün bunları bu kadar sade ve net hatırlayabiliyor olmam şaşırtıcı aslında. Burnumu boynuna gömdüm. Bunu daha önce bir kez daha yapmıştım. Anılar çalıyoruz demek hı?

O sırada kashmir çalmaya başladı.

Nerden geldiğini ikimizde sorguladık bir an. Ama umursamamaya niyetliydik.
Ama bu benim alarmımdı.

oh let the sun beat down upon my face..

Diye başladı şarkı. Hayır güneş hayır demek geldi içimden..
Bunu da bu rüyaya dahil edebilir miyiz dedim. Anne 5 dakika daha diyen çocuk saflığında. O gülümsedi. Uzaklaştık o an. Omuzlarımdan tuttu. Tekrar sarılmak istedim.
Bir kere daha..
Mümkün değildi tabi. Kalktım. Alarmı kapattım. Hazırlanmam lazımdı. İreme kahvaltı sözüm vardı. Ama o rüya beni orda öylece beklerken.. yapamadım sanırım. Tekrar kapattım gözlerimi.

Ama o orda değildi…

Başka bir rüya başladı.

Bu sefer bir adet y kişisi vardı. Bir önceki rüya kadar durağan değildi. Hatta 2 sene falan görmüş olabilirim o rüyada. Çünkü bir anda onunla evlendik ve çocuğumuz oldu. Ama bunu annemlerden saklamıştım. Sonra ailelere göstermelik tekrar evlenme planı yaptık. Ama çocuk doğmuştu o kadar karışık ve kurgusunda hatalar olan bir rüyaydı ki çocuk için 9 aylık bir hamilelik süresinin gerekliğini sanırım unuttum. Yo yo anlatamayacağım.

Uyandığımda evde bir çocuk aradım ama. Sevmiştim o çocuğu. Küçücük minicik bir şeydi. Bir çocuğum olsun istiyorum sanırım. Yaşım kaç başım kaç halbuki değil mi? Ama sevimli, minik elleri olan bir varlık hayatımı düzene koyabilir.

Peki burada x e ne oldu diye soracak olursak.
O bir önceki rüyadaydı açıklaması sanırım kimseyi ikna etmeyecek.


O sadece bir önceki fazla imkansız rüyadaydı.
Gördüğün gerçek olması en imkansız ama en güzel rüyaydı.


Not: hayal gücümü kimse küçümsemesin. Ben vakti zamanında rüyasında brad pitt görmüş insanım. Oturmuş film izlemişliğimiz var birlikte. Bu rüyanın hangi kısmının –imkansızlık ya da güzellik- ondan daha üstün olduğu ise sanırım bende kalması gereken bir kısım.

26 Aralık 2010 Pazar

kerem gibi

hava kurşun gibi ağır..

böyle başladı.
bu adam hakkında söyleyebileceklerim o kadar az ki. ne kadar cümleye başlasam sonu hep aynı durakta nefesleniyor. hayranlık!
oyun sonu'na götürmüştü küstüm beni. hafif sıkılarak gitmiştim. nokia 7650im vardı o zamanlar. fidanla fotoğraflarını çekmiştim. böyle bi düşününce epey olmuş sanki.
sonra yine fidan tutup marx'ın dönüşüne götürmüştü. burda bir şeyler alevlenmeye başlamıştır.
sonra pazar:bir ticaret filmi derken bu adam beni ciddi ciddi etkiler oldu.
ve en son bugün kerem gibi..

bugün sahnede kim vardı bilmiyorum aslında.
nerde nazım hikmet başladı nerde genco erkal sözü aldı. o kadar karıştı ki.
bunu genco erkal muhteşem bir oyuncu olduğu için mi başardı yoksa nazım hikmeti bu kadar iyi özümsediği için mi kestirmek çok zor.
ama karşımızdaki adam o şiirlerin hepsini sanki o anda yazıyormuş gibi okudu. ki bu da bütün oyun boyunca tüylerimin diken diken olmasına yetti de arttı.
tiyatronun benim için olan büyüsünden bahsetmek sanıyorum ki vakit kaybı.
ama böyle mükemmel oyuncuları izlerken yaşadığım duyguları ise anlatmaya kelime yetmiyor sanırım. o koltukta otururken öyle tuhaf oluyorum ki sanki spot ışığı benim yüzüme vuruyor gibi. sanki benim kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor sanki herkes bana bakıyormuş gibi hissediyorum.

nazımın şiirleri arka perdedeki görüntülerle insanı bambaşka yerlere götürdü oyun boyunca.
kurtuluş savaşı-küba devrimi-hiroşima-nagazaki-moskova-varna..

oyunda (ki aslında oyun demek ne kadar doğru tam bilemedim) "en çok etkilendiğim yer" cümlesi kullanmak pek mümkün değil. bir bıçakla ayırmak neredeyse imkansız. ama boğazımda en çok bir şeylerin düğüm düğüm olduğu fasıl sanıyorum ki hiroşima kısmı idi.

burdan benzer görüntüleri görebilirsiniz. ve tabi öncesinde nazımın sesinden hiroşima şiiri ile ama nasıl görüntülerle karşılaşacağınızı tavvur edemiyorsanız. bence bakmayın.
genco erkalın burada söylediği şiir ise japon balıkçısı idi.

"balık tuttuk yiyen ölür,
birden değil,
ağır ağır,
etleri çürür,
dağılır,
balık tuttuk, yiyen ölür. "

insan bazen bazı şeyleri görmedi mi daha mutlu değil mi? görünce dayanamıyor zira.


"1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış Madalyasının bana verilmesiniverdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Prag’dan Havana'ya"

nazımın bilmediğim ne çok şiiri varmış dedim. bi ara fidandan nazım hikmet bütün şiirleri kitabını aşırmalı.

yaşamak şiirinden bahsetmeyeceğim. o mükemmel şiiri genco tabiki de harcamadan insanın ağzında bal tadı bırakarak okudu.

aslında sanırım bunu yazının en başında yazsam daha iyiydi ama ne dinliyorsunuz beni! gidin ve görün bu oyunu. o kadar bambaşka bi yere götürüyor ki insanı.

--
başka bir şeyden bahsedicem ben.

Nazım'ın şiirlerinden
uyarlayan-yöneten-oynayan:
GENCO ERKAL

yanına gitmek istedim.
"sevgili genco erkal rica etsem. sahnenizde bana da bir rol biçer misiniz? siz yönetin beni.
mesela sizin sahneye yerleştirdiğiniz bir masa olayım bütün oyun boyunca.
veyahut bir lamba. hakikaten farketmez. sizin yönettiğiniz bir oyunda bir kaç saatlik sizin oyuncunuz olayım "
demek istedim. tabi mümkün olmadı. toparlayamadım kafamda. ama hakikaten çok demek isterdim.
öylesine o sahnede yönetilen olabilmek tadına doyulmayacak bir şey olsa gerek.

25 Aralık 2010 Cumartesi

gece masalları..

Söndüreli epey olmuştu aslında çayın altını. Yine de son bir bardak istedi canım. Saat ilerlemişti. Çay içme adetim yoktu böyle bardak bardak. Hatta bir arkadaşım çok içer diye kızardım vakti zamanında. Epeyce serinlemiş çayı bardağıma süzdüm koydum. Şekere uzandı elim. Ben şekerden vazgeçeli çok olmuştu, bıraktım. Işığı kapattım. Tam mutfaktan çıkacakken, kararmış şehre bir bakasım geldi. Pencereye yürüdüm. Gecenin geç vaktiydi. Saat 2’yi vurdu vuracak gibiydi. Kimseler yoktu dışarıda. Herkes perdelerini sıkı sıkı örtmüştü. Bir bacalar tüttürüyordu bu gece. Sebepsiz kıskandım. Gökyüzü her zamanki gibi kapalıydı. Hatta bir sokak lambasının ışığında damlaların ince ince geçtiğini fark ettim. Aldırmadım. Olurdu böyle şeyler. Yağmur zaten onun gelmesine engel değildi.
Sahi, evet ben yine onu bekliyordum.

Odama geçtiğimde bir rüzgâr uğultusu karşıladı beni. Evin bu cephesinde daha yoğunmuş sanki yağmur. Serseri bir çocuk gibi ıslık çalıyordu rüzgâr. Biri dolanıyordu sanki evde. Hayır, daha çayım bitmedi o gelmiş olamaz.

Loş odamda masama doğru yürüdüm. Lambanın sarı ışığında kitabımı okumaya başladım. Bu sırada saat 2’yi vurdu. Az kalmıştı. Çayın soğuk olması şüphesiz içimini kolay kılan şeydi. Kitabın daha 3. sayfasına varmadan tükendi. Damlalar ısrarla penceremi vurmaya başladı. Sanki biri beni dışarı çağırıyordu. Ama olmaz gidemezdim. Beklediğim vardı. Bir süre daha çaysız devam ettim kitabıma. 10 sayfa ya okudum ya okumadım hızla bir kapının çarptığını duydum. Benim evimden değildi bu ses, hatta bu apartmandan bile olmayabilir. Onun kapısıydı belki de, evet geliyordu.

Kitap ayracını kaldığım sayfaya yerleştirip kitabı kapattım. Geceliğimi giyip ışığı söndürdüm. Yatağın serinliği içimi ürpertti. Çoraplarımı özledim.

Perdelerimi kapatmıyordum nicedir. Pencereye vuran yağmur damlalarının gölgeleri karşı duvarda adeta bir oyun oynuyordu. Bu oyun beni eğlendirmiyordu. Aksine günlerden beri ilk defa korkuyordum. Islığını düşürdü rüzgar. Uğultusunu kesti. Sadece pıtır pıtır yağmur sesi geliyordu. Huzurlu ama biraz gergin. Derken bir şişenin yuvarlandığını duydum. Yokuşun başında bir sarhoşun ayağı çarpmıştı belki de, hayır hiçbir sarhoş bu havada bu saatte dışarı çıkacak kadar şuurunu yitirmiş olamaz. Peki ya bir evsiz? Bir evsizin ayağının çarptığını düşünebilirim ama bu da rüzgârın işi ise, o kadar mazur görmeye niyetim yok. Tanrım! Ne uzun bir yokuş ve sürükleniş. Bir yere çarpıp kırılma zamanı gelmiş olmalıydı çoktan. Ve kırılma sesi gerçekten beni ilgilendirmezdi. Ama ısrarla devam ediyordu şişe yuvarlanmaya. Bir sonsuzluktan gelip sonsuza gidiyordu sanki ama hiç uzaklaşmıyordu.

Bir anda kapımın aralandığını hissettim. Evet gelmişti. Gözlerimi kapattım. Onu görmeye dayanamıyordum çünkü. Bir anda şişeyi onun devirmiş olabileceğini düşündüm. Yatağıma doğru yaklaştı, şişe devirlerini biraz daha acele atmaya başladı.

Derin bir soluk aldığını hissettim ve bıçağını usulca çıkardığını duydum. Sağ tarafıma doğru sapladı ilkin. Sol tarafıma saplaması konusunda anlaşmıştık daha önce. Ama bu seferde fazla sağa kaçmıştı ve bunun beni öldürmeye yetmeyeceği apaçıktı. Biraz daha ortaladı. İsabet ettiği yerin altında bir tıp öğrencisine sorarsak belki de karaciğer vardı. Gözlerimi açtım istemsiz, Baktım. Ne de çirkindi! Yaptığı işten zevk alır hali yoktu. Memnuniyetsiz de sayılmazdı gerçi. İşini yapıyor olmak için yapıyordu bu kesin. Hiçbir zaman bana güler yüz göstermedi zaten. Belki de işinden ötürüdür. Hâlbuki sabah beni doğuracak olan güneş mevsim ne olursa olsun içimi ısıtmayı başarırdı. Geceleri bu cinayet görevini biraz daha sevecen yapsın diye ay dedeye vermeyi çok istemiştim, hiç değilse güneşten gördüğü güler yüzü yansıtır diye ancak o da bir var bir yok biliyorsunuz, kendine hayrı yok.

Bu işi yapan az kaldı zaten. Katilimi kızdırmak istemem. Hem onun bu çirkinliğini bile seviyorum sanırım. Her yer kan oluyor. Kıpkırmızı geceliğim. Yatağım. Eskiden uyuduğumda gelirdi. O zaman daha kolay olurdu belki ama artık o gelmeden uyuyamıyorum ben. Başımı kollarına alıyor. Son bir kez daha saplıyor bıçağı bu sefer kalbime, çok yakına geliyor. Kızıyorum biraz. Mahcup oluyor. Kesik bir nefes alıyorum. Başımı yastığa bırakıyor. Üstümü örtüyor.
Ben uyuyorum. Bir gece daha gündüzünde dirilmek için ölüyorum.
Rüya görüyorum. Rüyamda bir şişe duvara hızla çarpıyor, ama ne hikmetse kırılmıyor. Mealini yarın sabah komşulara sormalı.

24 Aralık 2010 Cuma

bu bir jehan barbur yazısıdır.

jehan barbur.

mükemmel bir ses.
günlerdir fizy e bu iki kelimeyi yazıp tümünü çal deyip uzanıveriyorum yatağa sırt üstü. tavana bakıyorum.
sonra gözlerimi sımsıkı yumuyorum.
yeterince bu mükemmel sesten huzursuz olunca kitap okumaya başlıyorum.

geçen gün uğurla aylak aylak istiklalde dolaşırken bir anda bir afişin önünde durdum. bu ara bunu çok yapıyorum. perşembe napıyosun dedim. hiç dedi. tamam konsere gidiyoruz dedim. kim dedi.
JEHAN BARBUR dedim.
hö dedi.
çohoş lan dedim.
hı biliyorum biliyorum ama çok mıy mıy o kadın dedi.
ne halin varsa gör dedim.

kararlıydım.
tek başıma bile olsa gidicektim. derken sezgiye açtım. sezgi tanımıyordu kadını. ama çohoş dedim. tamam dedi. sezgi çok harika bir insan.
ve bu gece ben sezgi ve sezginin sevgilisi olaraktan mask'a gittik.

küçücük bir kadın. bildiğin küçücük. topuklu ayakkabılarla bile küçücük. ama sesi öyle mükemmel ki.
her heceyi her sesi o kadar başka söylüyor ki sanırsın nakış işliyor. her kelimeyi bilerek söyleyen bir kadın. her kelimeyi vucudunun her yerinde hisseden bir ses.
insan etkileniyor.
ha tabi elektro gitar çalan çocuğunda yeteneğine değinmeden edemieceğim. o da mükemmeldi.

sevgili ozan.
sen bu gece ansızın nilüfer üstü sensiz olmaz çalarak ağzıma sıçamadın ama bu işi jehan yaptı.
ansızın o zaman bülent ortaçgildeeen...

sensiz olmaaaz.

dedi.

bu şarkı neden bana dokunuyor aşkuş? asdfghb

nerden çıktın sen defol. bu bir jehan barbur yazısı.
şarkının bazı yerlerini sıktı değiştirdi falan ama yinede harikaydı.
en son sensiz oluuuur..
sensiz oluuur..
seeen
seeen.
seen
seeeeensiiz...
sensiz..oluuur..
oluuur
oluur
olmaz.
olur
olmaz
oluue
sen
sen
seeen
sensizz
sensiz
sensizz
sensiz olmaaazzzz...

yapışı vardı ki bütün bu iç çelikiyi ruhumun her zerresinde hissettim sandım.
bu sırada sürekli olduğun yerden geçen garsona tırt olsum. gittim merdivene oturdum.
bi 50lik ve patlamış mısırla umarım beni seviyorsun diye çıkageldi.
şaşırdım epey.
sanırım

kalabalık bir sokak belki hayat sen her köşe başı


insanlar yalnız insanlara acıyor.
insanlar bana acıyor olabilir.


yorgunluktan mı bu halim düşünmek bile zor


ben yalnız değilim ki. sadece sevgililere saygılıyım.
garip şeyler bunlar.
bir şeylerin içe dokunması..


Yüzüne bakmam
ellerinden tutmam
Sözünü ben duymam
Gideceksen durma.


nebleyim. bazen bazı zamanlar bir tuhaf oluyorum.
sonra konser bitti bi yere gittik. o kadar çok eskiciye benziyordu ki.
yine bi tuhaf oldum.
tuvaletin kapısında bi kadın vardı.
burası eskiden daha eğlenceliydi dedi.
sarhoştu epey.
geliyormuydun önceden dedi.
hayır dedim. ilk gelişim.
çok eğlenceliydi dedi.
nasıl yani dedim
tarif edemedi.
insanlardır ozaman dedim. insanları eğlenceliymiştir. onlar gitmiştir. olur öyle dedim
o kadar olgun konuştum ki ben de inanamadım.
ama yine de geliyorum dedi.
eski insanlar hatırınadır dedim. gülümsedim. tuvalet boşaldı o sırada sıra benimdi. girdim işedim.

dönüş yolunda.
dolmuşta o taksimde haliçe gelene kadar olan yol o kadar çok demirtepe gibi geldi ki bana. ne içtim lan ben dedim. ne içtim bu kadar?? ömrümde demirtepeden geçerek beni bi yerlere götürmüş otobüse binmişliğim yok.
trajik değil mi? durun durun ben yanlış bindim diyesim geldi.
sesin yalnız diye çıktı. tamam ablacım 5ten bi kişi usta dedi.

herneyse. bu bir jehan barbur yazısıdır. son söz ise
sanırım ben bu kadına aşık oldum.


not: casp yok mu caps diyenler için. var anacım. olma mı? ama çok üşendim bi ara koyarım.

21 Aralık 2010 Salı

fotoğraflar.

tarihleri anılar mühim kılar.

21 aralık ise uzun bir gecedir.
19 yıl önce benim için değerli bir arkadaşımın doğduğu gündür.

ve bir yıl önce ise başka birini kaybettiğim gün oldu.
her ölüm erkendir.
benim içinse, her zaman her şey erkendir..
ben her zaman "anne beş dakka dahaa" diye ağlayan çocuk oldum.
ben hiç bir zaman muhabbete doyamadım.
ben hep bir kadeh daha söyledim.
ben hep son bir sigara diye ortalığı dumana boğdum.

ama onunla daha hiç bir şey yapamadan gitti o.
kelimeler eksik kaldı. cümleler yarım.
unutmadım hiç bir zaman. unutturmadı da hayat zaten. facebook ta onun hayatında neler oluyor merak ediyor musun yazısının yanında resmini görünce bütün dünyayı yıkmak geldi içimden.
herkesin o resmi bir yıldan beri en az 5 kere değişmiştir belki ama onun değişmedi.
o hep öyle kaldı.
bir yerlerde biz gittikten sonra da bir şeyler muhakkak kalıyor.
zaman geçiyor.
yüzüm kırışıyor.
fotoğraflar yaşlanıyor.
ama 1 sene önce çekilen onun fotoğrafı hiç eskimiyor.
hep aynı muhafazakar gülümsemeyle bakıyor.
kulağımda ise hala onun hızlı hızlı söylediği replikler.

kimi gözlere yaş düşüyor.
kimi dudaklara sabır.
kimi özlem diyor.

ölüm hakkında ne söylense klişe belki ama.
ölüm hakikaten kimseye yakışmıyor.

20 Aralık 2010 Pazartesi

hiç bir şey yapmamaca

şunu dinleyip hiç bir şey yapmamaca yapalım.
bir süre.
kafamızı bir duvara yaslıyalım belki. ya da bir cama dayayalım. öylece kalalım.
arada gözlerimizi kapatıp yutkunalım.
bazen öyle olması gerekir çünkü.


siz hiç birinin dudağına bir şarkıyı söylediniz mi?

19 Aralık 2010 Pazar

ay-lak-lık

dünden bahsedicem.
evet 18 aralık dünya ay-lak-lık günüydü.
ve ben de bunu bütün çoşkusuya kutladım. kırmızı rujumu sürüp beyoğluna gittim. ne diyor şarkıda?

"beyoğlunda gezersin gözlerini süzersin"

evet bunu yaptım.

uğurla yapıcaktık aslında ama yurt işi falan filan çıktı o gelmedi.
gün beyoğlunun arka sokaklarını pasajlarını sahaflarını keşfetme günüdür dedik ve düştük yola.
ben ve üç silahşorler!
kafasınagörebirsokağagirmece oyununu bilirmisiniz? onu oynadım. ama anacım yer gök bar cafe. insan daralıyor aslında böyle olunca. neyse pandoranın karşısında hoş bir sahaf var. içinde her çeşit kitap olmakla birlikte nasıl kitaplar olduğunu tam çözemedim. harika müzikler çalıyordu ve ben adeta sırf müzik için o raftan bu rafa dolandım durdum. aklımda kitap da yok zaten. üç beş bi şey var ama ilk önce üç silahşoru bitirmek lazım. sonra büyücü gelecek. sonra germinal var. bakalım. daha yolumuz var daha çocuğuz inan.
bir pasaja girdim. salaş bir dükkanda hoş bi trikonun parasını sordum. 67 lira ama sana 60 olur dedi tamam hoş bir trikoydu ama 67??
bunlar el yapımı kumaşları avrupadan geliyor. özel yapıyoruz tek bir tane hepsinden.
dedi.
ne zamandır avrupa kumaşı revaçta diye sormak çok istedim. çok istedim. götü boktu avrupa bile diyesim geldi ama sadece tebessüm ettim. tabi tabi dedim. çok haklısınız dedim. çok hoşmuş dedim. ve acele çıktım. ya hava soğuk değildi. ya da ben yine bir hissizleşme nöbeti geçiriyordum.

dünya üzerinde ne istediğini bilmeyen insan kadar korkunç bir şey varsa o da ne istediğini tam olarak bilen insandır!!!

bu sırada gördüğüm şalcıeldivenciçamaşırcı ya dantelli eldiven var mı diye soruyordum. ah marlis.. insanlar sanırım dantel diyince kapıları aralanan bir fanzeti dünyasına sahip. hissediliyor çünkü bu. dantel mi?? diyip hulyalı gözlere bürünün insanlar gördüm ben.
neyseki sonra bir pasajda buldum da kurtuldum bu dertten.

hangi pasajda olduğunu kestiremesem de şuan ki aslında bugün oraya tekrar gitmem lazım. bir adet çantacı buldum. tarif ediyorsun kadın yapıyor falan. eğlenceli bence. sanırım bu az önce italik yazdığım cümleyi duymuş bi yer. tabi bu güne kadar tarif usulu yaptırdığım şeylerden pek memnun olmadığımda olmuştur.
sonra hava karardı.
istanbul şehir içinde şehirler memleketi bunu daha önce söylemişmiydim? sokak hıh tam bitti dediğim anda bambaşka bir meydan açılıyor ve bu o kadar bir filmden çıkmış gibi oluyor ki. sessiz bir sokaktan geçiyorsun sonra seni bir panayır karşılıyor. ve işin ilginçi aradığın şeyleri biraz sürünüp bulmaman mümkün değil. yapmışlar çünkü.

biraz kimsesiz hissediyorm bu sularda kendimi. hava kararması yapar böyle şeyler. eskici görüyorum. istemsiz oturuyorum hemen. başka bir şehirde başka bir eskicide başkalarıyla oturabilirdim. o şehir sevmediğim bi şehir olurdu. o insanlar her yeri kaplardı.
şuan bütün eğlencesiyle sevdiğim büyülü bir şehir ama boş..

sabahtan beri hiç bir şey yememiştim. buz gibi biranın mideme düştüğünü an be an hissettim. hafif pişmanlık duydum. sigarayla pekiştirdim.
sonra kalktım. yol beklemez neticede. istiklale çıktım tekrar. tramvay arkasında orkestrayla geçiyordu. aman allahım. içinde yeni yıl mutluluk falan geçen bir şarkı çalıyordu. eğlenceliydi aslında. ama bana umut vermedi. bu sene yeni yıl bana umut vermiyor. bu sene yeni yılı beklemiyorum. bu sene zaman geçsin demiyorum. zaman dursun da demiyorum. bu sene ben pek umursamıyorum..


ama bu tamamen benim sorunum. hiç bir şekilde yeni yıla umutbağlayan insanları hor görmüyorum "nalaka işte öylesine bir gün" demiyorum. aksine böyle bir heyecanı yaşayan insanları deli gibi kıskanıyorum.
bu sırada 2011 yazısı ilişiyor bir gözüme.
hala 2011in gelecek olmasına inanamıyorum.
kulağımda hala
"iki sıfır sıfır dokuz hadi gel bekliyoruzzz"
melodisi kalmış.
ben hala 2008de kalmışım. 2008 de büyük bir heyecan ve umutla 2009u bekliyorum.
trajik bence.
bunu benim 2008 beyinli bi insan olmama mı bağlasak?
2008 i sevmiş olmama mı bağlasak?
yoksa turkcell çok iyi reklam yapıyor bak insanın aklında nasıl kalmış diyip mi geçsek?

ellerim üşüyor biraz. ceplerime sokulup yürüyorum. bu sırada yanmda biri "pardon" diyerek yürümeye başlıyor bakmıyorum. hoş değil zira tahmin edersiniz. "pardon" diyor tekrardan. "bir saniye bakar mısınız? türkçe biliyorsunuz değil mi?"
dumur oluyorum. bkz. dumur olmak.
nasıl yani?
o kadar mı yabancı duruyorum?
aniden durup adama bakıyorum.
"biliyor musunuz?"
"evet"
"italyanlara benziyorsunuz da."
-mavi ekran-
komik bir şey bence bu. ayrıca nerem italyana benziyor diye çemkirebilirdim biraz aklım başımda olsaydı. insanlaın duyarsızlığından dert yandı. sonra iyi akşamlar dedi gitti.
oğuzun aklıma soktuğu bir fikirle çantama baktım. fermuar kapalı. cüzdan yerinde. sorun yok.
-deli mi ne?

tüneldeyim. tünele gelince bir bitiyor insanlar. sizde fark ediyor musunuz? nereye gidiyorsunuz demek istiyorum. arada nerlerde kayboluyorsunuz? bu kadar kalabalık girmiştik nasıl azaldık. geri dönüyorum. o sırada bir tereddüt ediyorum. acaba karaköye mi insem? deniz kenarı bir ferahlı? dünyanın sonu?
hı?

yok ama geri döneyim ben. o sırada koca bir kalabalık görüyorum. öyle çaresiz kalıyor ki insan.
yalnızlık.
yalnızlık hoş şey ama bazen dokunuyor.
bir de ben bütün yalnızlıklarımı bu haftaya bırakmıştım da..
beklediklerim vardı..
yada gideceğim kimseler vardı.
ne ben gittim. ne onlar geld.
böyle yapayalnız kaldım. rüzgar gözlerimde bir şeyleri üşüttü.
çok üşüttü..

barış geldiğinde girdiğimiz sokağa girdim. canlı müzik vardı yine.
birinin doğumgününü kutladılar.
arkadaş çaldılar.
dolduramaz boşluğunu ne ana ne kardaş..
hayır ağlamadım!
mendilci çocuk geldi abla gözünde bir şey var senin yaş mı o mendil verem mi dedi.
hayır bunu gözümde yaş olduğu için değil sadece mendil satmak için dedi.
işe de yaradı bacaksızın oyunu. aldım.
tek başıma 3 kişikik masada oturuyordum.
gelseydiniz orda o masada otururduk..
ben bu kadar yalnız içmezdim.
bu kadar sigarada içmezdim hem.

uğur aradı.
-nerdesin?
-cehennemin dibi!

uğur mutlu bu yalnızlıktan. beni rahatsız ediyor kimsesizlik. evet çok huzurlu bir şey ama yalnızlığın dayanılmaz huzuru desem fazla klişe olmakla birlikte daha iyi bir anlatım gelmiyor aklıma.
midem bulanıyor. tam kalkacakken. o şarkı..

Sana dargınım, Kırgınım sana kızgınım..
kalkamıyorum tabi. oturup onu da dinliyorum.
yine değiştiriyorum.

adamım söyle sen mutlu oldun mu?
bu deli kadını unutun mu?

bu sırada nasıl olmuşsa tekrar sipariş vermişim. biraz daha oturuyorum.

hafif başım dönüyor kalkıyorum.
istiklal. koskocaman bir insan yığını.
kendimi the devil's advocate'taki kevinin karısı gibi hissettim. evet evet. kesinlikle o kadın bendim. peki sevgili al pacino nerdesinn??

ne yaparsam yapayım içinde kaybolamadığım bir kalabalık.
üstüme üstüme geliyor.
insanları pek sevmiyorum bu ara.
hayır!



ben yalnız değilim..
siz çok kalabalıksınız..

16 Aralık 2010 Perşembe

ablası sıkma be canını.

mevsimlerden kışsa ve aralığın ortasında geç kalmış bir kış koca koca kahkaha atmaktaysa koloriferleri yakmanız gerekir. ama yakmasanızda kat kat giyinip battaniyeye dolanarak murlu olabilirsiniz.

yine aynı şartlarda yağmurlu bir günde kalorifer yanmıyorken pencere açacak kadar salaksanız üşürsünüz. yağmur rüzgarla sarmaş dolaş olup camda parçalanması gereken damlaları size size savurur. ve bu insanı hasta edebilir.

ve bu şartlar aynenken. komple pencereler yoksa ve sokak kapısı ardına kadar açıksa evet siz gerçekten donabilirsiniz. bence yapmayın.

öyle ki insan ketila sarılıp uyuyabiliyor. çay komasına girene kadar çay içiyor. ssoğuk ve fazla çay insanın çişini getiriyor. çişe giderken geçilen tozlu yollar sizi bir hayli üzüyor.

evet bahsettiğim koşulları bugün evin çerçeveleri değişirken yaşadım. penceresiz kalmak epeycene kötü bir şey. o pencereler sökülürken evin girdiği hal ise tam anlamıyla aklı kaçırma sebebi.




bir süre odam bu halde kaldı. bir süre dışarının yağmuru tozu ve rüzgarı odanın içinde saklambaç oynadı. bir kısmını tutup kulaklarından çıkardım ama temizlik konusunda titizliğim ne derecede pek emin değilim. ama şimdilik idare eder duruyor.


hem büyük ihtimalle yarın 40 derece ateşle yatıyor olacağım.


bal ve limon lazım bana.


va tabiki ankara iptal..


bazen. bazı şeylere çok sinirleniyorum. sinirden elim ayağım titriyor. kendimden korkuyorum.



not: ablası sıkma canını be biz toparlıcaz? bu günün repliğidir. yan rol ise ablası bize bi çay koyvercen mi?



kafamı sert bi şekilde masaya vursam bi kaç kere. belki düzelir? o zaman kafamın içinde havada kalmış her şey yerine oturabilir. kelimeler hep havada. bir cümle adına güç birliğine yanaşmıyorlar. konuşamıyorum. asabım bozuluyor.


ekleme: masadan daha güzel bi fikrim var! üç silahşorü alıp pat pat pat diye kafama kafama vursam?? daha yararlı. bu arada bu kitabın adını sürekli üç silahşörler olarak telaffuz ediyordum. hasan ali yücelçok fazla takla atmamıştır mezarında.

15 Aralık 2010 Çarşamba

çizgi

hayatın bir yerlerde birileri için durması.
benim için akarken.
ben her kırmızı ışıktan sonra yeşilin yanacağını biliyorken.
ben her sabah bir şehrin aydınlanıp yorulup sonra tekrar karardığını görüyorken.
birileri için her şeyin belli bir tarihte ekranda ince bir çizgi ve lanet bir sesle kalması..
dayanmadığım bir şey diyemem. dayanılıyor çünkü. ama sinirlerimi bozuyor.
burnumun direği sızlıyor.
bir resim.
onun yanına bir yıl sonra bir yıl büyümüşünü/yaşlanmışını asamayacağını bilerek yaşamak insanı delirtebilir.
delirmiyor insanlar.
ya da bizden çok iyi saklıyorlar.


-sence de biraz..
-evet aynen öyle oldum..

13 Aralık 2010 Pazartesi

tavanlı yazı.

sık sık tavana bakar buluyorum kendimi?
neye delalet bu şimdi?
bir yatağı doğal yaşam alanı yaptığınızda her şeye hazır olmanız gerekir. ayağınıza çarpan kitabada kırıntı kokusuna gelen böceğe de.
düşündüm de. sanırım tam olarak bu sıralarda benden iğrenmeye başladınız.
saçlarım karışık değil ama. şaşırtıcı ama değil. gayet uysallar. fazla uysallar. fırtına öncesi sessizlik gibin.
karşılaştığımızda bana sarılmadan önce bu kızın yatağında böcek vardı diye düşünecek misiniz siz şimdi?düşünürsünüz kesin. sarılmayın o zaman. sarılmak böyke düşüncelerle olmaz. sarılmak içten bir şeydir.
sarılmak.
sarılmak özlenen bir şeydir.
ansızın konurda imgenin önünde parmak ucunda birinin boynuna dolanmaktır. öylece dakikalarca kalmaktır.
yandan geçen apaçilerin "şöyle bi hatun bize sarılmadı ulan" seslerini duyarak ama aldırmadan.
böyle dünyayı durduradak.
kamerayı sokaktan uzaklaştırarak.
tepeden çekim yaptırarak.
%100 içten.

sabah gözlerim açılıyor.
tavan!
sırtüstü yatıyorum demek bu ara. hayret normalde ezişe büzüşe iki büklüm yatmaktan haz alırdım halbuki. acı çekiyormuş gibi.
neden uyandığım hakkında hiç bi fikrim yok.
tavan!
tavana koskoca bir günaydın yazsam belki her şeye daha bi inançla sarılırdım.
peki neden uyandım?
uyku bitmesi?
uykum bitmiş olsa bile hayata başlamaya hazır olduğumu sanmıyorum. kapatıyorum gözlerimi.soluma dönüp büzüşüyorum yine.
acı çeker gibi. sarılıyorum yorganıma. sarılmak içten bir şey..

yatakta bir şey titriyor. evet. telefon.
demek bu yüzden uyanmışım. elim uzanıyor gözlerimi tam kapasite çalıştırmak istesem de mümkün olmuyor. bu sırada arayan zaten tekrar vazgeçiyor.
telefon çalmış ondan uyanmışım demek. oysa başka şehirlerdeki bir sevgilimin beni düşündüğünü ve benim bunu hissederek uyandığımı düşünmek gibi romantik hayallerim vardı.
tekrar tavana bakıyorum.
tavan.
bu pürüzleri saymalıyım. bu pürüsleri sayıp hergün aynı sayıyı tutturmalıyım.
değişmeyen bir şeylere ihtiyaç duyuyor insan.
ama en iyi ihtimalle eskiyor değil mi?

hı bi de şöyle kısa bir aşk hikayesi var ki çohoş.(mert: bence siz ozanla bi süre görüşmeyin.)


""evimde üstünde yazları karpuz, kışları mandalina lekesi olan beyaz bir atlet ile yaşayan birisi olmak istiyorum, var mısın?" dedim.

"varım amına koyim" dedi. "

bir şeyin içine amına koyayım dediğimiz zaman samimi oluyor. insanın amına koyan şarkılar mesela. samimi şey küfür. evet. resmi yerlerde edilmez çünkü. koduğumun dilekçesini imzala hoş bi tabir değil sanırım. ama samimi.
samimi?!

hı tabi bir de unutmadan. güzel kızlar küfür etmez.

alıntılı yazı.

"şehre geldiğimden beri içtiğim sigara sayısını iki katına çıkardım. sigaranın bile tadını almıyorum. üflediğim duman, yaşam belirtisi gibi gelmemeye başladı. şükredecek bir şey yok.

çok az yemek yiyorum. sanırım iki günde tek öğün. buna rağmen kilo aldım. ruhum şiştikçe bedenim de şişiyor. beynim ve elbette ki kalbim sıkışıyor. düşünemiyorum.

tüm gün uyumasam da yatıyorum. çok büyük bir zaman boşluğu var dolduramadığım. eksik şehirlerde bile güle oynaya akıp giden zaman şimdi beni esir alıyor. saatleri yok ettim. bu gidişle ölüm bine bana yaklaşmazmış gibi geliyor.

bir filmin yarısını üç günde izliyorum. algıda zorluk çekiyorum. kitaplar rafta toz tutuyor. camdan sürekli odaya sızan ılık ışık gözüme batıyor. komşuların kavga sesleri uykumu bölüyor. zaten uyuyamıyorum. kalkıp tırnaklarımı kesiyorum dibinden.

duşa giriyorum. sürekli. bir şeyler akıp gidecek, derim değişecek, aynada farklı duracağım falan sanıyorum. olmuyor elbette. yastığıma sigara kokusu sinmiş. koridorda uçuşan tüy öbekleri genzime doluyor. anahtarımı bulup sokağa çıkıyorum.

insanlar çok aceleci. kaçıncı yediğim omuz bu, kaçıncı ayağıma basışları saymadım. kendimi görünmez hissettiriyorlar bana. solunacak oksijen, bakılacak bir yeşillik de kalmamış. kaçmak istiyorum. kendimi suçluyorum döndüğüm için, dönüştüğüm için.

acı çekmek, suçluluk, bu ağrılar dahi bana yaşadığımı hissettirmiyor. birilerini görsem diyorum belki.. belki tanıdık yüzler sevindirebilir beni. bir kere gülünce gerisi gelebilir diyorum. telefona sarılıyorum.

insanlar fazla bencil olmuşlar. sürekli aşklarından, kariyerlerinden, maddi durumlarından bahsedip beni iyice kopartıyorlar dünyadan. aşık olmam lazım sanırım diyorum kendi kendime. ama omurgam jelleşmişçesine dik duramıyorken kendi karşımda bile, bir başkasının kalbine kök salarak ayakta durmayı denemek niye?"

alıntıdır.

sözlükte bi yazar yazmış.
3 kere falan okudum. sonra bi 5 kere daha falan okudum.
yazara baktım. ben değilim.
rahatladım.
ben de olabilirdim. ben de yazabilirdim bunları o kadar kötü müyüm hakikaten ben de? aynaya koşmalı ayna nerde??

içimden deli gibi mesaj atmak geldi. istanbulda mısın? en acısı bunları istanbulda yaşamaktır bence.
çok acıdır.
çok.
ço
ç

11 Aralık 2010 Cumartesi

-

-ne oldu sen bi duygusallaştın ne düşünüyosun?
-şimdi uyusam.. ve rüya görsem..

**
sanırım düşündüğümden çok daha ağır..

10 Aralık 2010 Cuma

saat: 01:53

saat 01:31

ozan bu son şarkı diyip gitti.
ondan önce bloga yazıyorum dedi. adresini vermedi. içerledim.
bi yarım saattir dudağımda döndürdüğüm sigarayla balkona çıktım.
hava soğuk.
elif cumartesi kar gelecekmiş dedi.
o kadar soğuk değil ama. ankara ayazı gibi değil yani. ankarada şu saatte çıksan daha fena donarsın.
üstümde hırka. duvara oturup ayaklarımı demire uzattım. yer pis geldi gözüme. dışarısı sonuçta. dışarısı genelde pistir. demir de dışarda demirde pis ama ince en azından. az pis değil ama temas ettiğim pis alan az.
çakmağın sesi düşündüğümden kat be kat fazla yankılandı.
in cin raks ediyordu diyemem ama dükkanlar kapalıydı işte. bir sokak saat 01:33 de nasıl olursa öyleydi.
evlerin perdeleri hayatları muhafaza etmiş. biri tam o sırada bi apartmana girdi. ışık yandı. biraz sonra söndü.
hırkamın önünğ kavuşturdum.
titredim.
topuk sesi duyuldu.
benden gelmediği sürece topuk sesinden hoşlanıyorum sanırım.
hele böyle çok alakasız zamanlarda.
bizim sokağa döndü bir çift ara sokaktan çıkıp. hararetli bi kavga başladı.
tuhaftı.
tam göz hizamdaydı. bakmamak elde değildi. tartışma konusunu anlamadım. aa yürümeyi kesip itelemeli bir kavgayı bana oynamaya başladılar.
ilginçti. ses yükseldi.
sonra çocuk kızı tuttu.
öpüştüler.
gecenin bu saati sokak da öpüşen çift.
fazla romantik.
sonra yürümeye devam ettiler. sanırım kız haklıydı ve bu öpüşmeyle noktalanan kavga onu kesmemişti. alçak sesten devam etti.
caddeye kadar böyle yürüdüler. çocuk elini tuttu.
kız bıraktı.
bi an için ben mi uyduruyorum acaba dedim.
belki de ben uydurmuşumdur?
fark eder mi?
caddeya gelip köşede beklediler.
sonra bir taksi geldi.
ikisi de arkaya bindi.
gittiler.

içimden söylediğim şarkı en son çalan şarkıydı.

ah bu şarkıların gözü kör olsun.

arabaları saymaya karar verdim.
1 araba.
2 araba.
3..

8. bizim sokağa döndü.
9 araba
10
..

12. bizim sokağa döndü.
13 de.
..

21 oldu. black jack! dedim. sigaramı attım. tam o sırada çöp kamyonu geçti. saysam mı saymasam mı bilemedim.
21 de kalsın.
21 güzel.

8 Aralık 2010 Çarşamba

bu bir noluyoruz lan yazısıdır.

bazen bazı olaylar dokunuyor.
gazetede ya da televizyonda gördüğüm. kimi kandırıyorum televizyon izlediğim mi var kulaktan duyduğum bir şeyler. bir afiş. bir kare. bir görüntü. bir ilan. bir an.
kanımı donduruyor.
öyle ki hiç bir şey yapamıyorum.
çünkü hiç bir şey yapamayacak kadar muhalif bir insanım.
ama bütün bunlar beni izaç etmiyor mu ediyor. içimde kıpırdanmıyor mu kıpıdanıyor. ama hiç bir şeyi savunamıyorum. çünkü karşıma biri geçip de bir şey savunmaya başladığında yaptığım ilk şey ona hak vermek yerine onun sözünü ama bi dakka bak bi de şöyle şöyle şöyle bir şeyler daha var diye kesmek oluyor.
bir yere ait olamama şeysinden hep.
giderim aklım kalır hikayeside bununla temelleniyor aslen.

özgürlük kavramı kafamda parandeler atıyor mesela. ütopyalar ve distopyalar kafamda uçuşuyor. mükemmeli sistemi kurup da birine götürdüğümde e insanları nereye koyuyoruz burda cevabını alıyorum. ee ööö üü şöyle aaa ben unutmuşum onu. aman insanda olmayı versin canım falan diyorum. sen nesin o zaman it cevabı(sorusu) ise beni derin kederlere gark ediyor.

ne dertlerim var değil mi ama benim de. omzunuzu uzatsanız en aşşa bi saat ağlarım. aralıksız. 10 dakikada bir de konu değiştiririm. 6 konu banko yani. asgari diyorum bak. mesela kaybettiklerime yanarım saatlerce. bütün bunları düşünürken okulun kapısından çıkmıştım çoktan. çantalarınızı açın söylemleri arasından. kimi kimden nasıl koruduğunu bilemeyen bir baba gibi aslında herşey. babalar hep iyi niyetli midir? bu konuya burda değinmeyeceğim tabiki.
her neyse. güvercinlerin oraya daldığımda insanların fotoğraf çektiklerini gördüm. birinin kadrajına bile girmiş olabilirim. hızlı adımlarım vardı ama neyseki. net çıkmamıştır bence. kırmızı bir silüet. gayet gizemli. adımlarım düşünen insan adımı değildi kesinlikle. acelesi var adımıydı. ama bu sırada aa ben de kırmızı bi palto istiyorum dedi kızın teki. insanlara böyle esin kaynağı olmak istemezdim. başka şeyler uyandırmak isterdim. ama insanların algısı hep başka değil mi? mesela keşke tokamı görseydi. tokamı da çok severdi bence. bir de elimdeki kitaba bakacak kadar vakti olsaydı. aa ben de okudum bunu deseydi. ve ben dur dur sakın söyleme ben okuyayım sonra tartışalım deseydim mesela.

bazen kendimi fazlasıyla iki yüzlü ve riyakar buluyorum. bi insan kendi kendini böyle buluyorsa işi bitmiştir bence. bütün bu küçük burjuvalık oyunundan çıkma zihinsel jimlastiğine rağmen merdivenlerden inip hareket amirliğine gidiyorum mesela.
kelebekli bir broş geldi mi?
ne boş bir ümit değil mi?
gelse de adam alır onu kızına karısına manitasına verir yani. ne bekletsin değil mi?
hem zaten hangi takıntılı, obsesif, manyak (anlatım bozukluklarının bini bir paraydı dayanamadım aldım) bir broşun peşinde koşarki. peşinden koşmak demişken.. bu ara o kadar çok koşuyorum ki yoruluyorum. ve bu boş bir koşu aslında.
yok diyor adam tabiki de.
yok.
ya ne olacağdı?
var diyip sonra kötü adam kahkahası atıp inandı mal demiş gibi hissettim ama ben. bi an için. bi an için inandı mal çünkü..
bi an için her şey inanılmaya müsait.

başka şeylerden bahsedelim ama.
mesela ben neden hep tramvayı kaçırıyorum?
neden hep ben geldiğimde gidiyor oluyor?
o tramvayla neleri kaçırdığımı düşünecek kadar melankolikleşelim bi akşam bana gelmez miydiniz? gelirken karşı bakkaldan da bir şişe şarap alır mısınız? uzuun uzadıya tartışır hatta belki tesadüfün böylesi filmini izleriz sizinle. bir de onu tartışırız. ne dersiniz hoş olmaz mı?

tam kaçırma değil aslında bu. asıl kaçırma akbili basıp tam koşacakken dıııt sesini duymak ve o kapıların tıslayarak kapanma anını izleyebilmek. tramvay içindekiler öyle acıyarak bakıyor ki. en çok o bakış beni yıpratıyor.
bir de tramvay kullananlar bilir. kapıların üstünde sarı bir buton var. kapı kapanmışsada gidip ona basıp açabiliyorsunuz ve binebiliyorsunuz aslında tren hareket etmedikçe.
ama ben o butona basma zamanını bir türlü bilemiyorum.
ben basınca hiç açılmıyor. ben bastığımda çoktan kapı kapanma sinyali çalmış oluyor.
bilirsiniz o anonsu:

"Sayın yolcularımız kapı kapanma sinyalini duyduktan sonra lütfen trenlere binmeye çalışmayınız, tren kapılarına müdahale etmeyiniz, müdahale eden yolcularımızı lütfen uyarınız”

ankaradada aynı böyle.ben hep kapı kapanma sinyalini duyduktan sonra yetiştim hep. o kadar sonraydı ki yetişmem sinyali bile ben duymadım aslında. o yüzden o kadar aptal bi duruma düştüm. duysam ben de yapmazdım. zorlamazdım. zira bilirim. bazı şeyler olmayınca olmuyor değil mi?

konu nerden nerelere geldi değil mi?
daha fazla uzatasım var aslında. son bir kaç gün içinde yaşadığım çemkirme diyaloglarından dem vurup derin analizler yapasım. kendi kendimin ağzına bir kaç posta sıçasım var ama yapmayacağım. malum.
son üç gün. cumartesi vize.
ve o değil de benim notlar nerde cümleleri yine dilimde.

6 Aralık 2010 Pazartesi

bırakmak

bırakmak fazla beylik bir sözcük. bu yüzden kullanmayalım. bırakmak olmasın. ara vermek gibi sakız bir kelimeye de tenezzül etmeyeceğim. bu yüzden yapılan eylemi sadece olumsuz dilek şart kipinde çekeceğim.

sigarayı bırakmak değil de.
içmeyeyim ben o zaman demek.

seni unutacam olum çok pis sildim seni kan tükürsün adını seni anan dudaklar demek yerine (ki o şarkının konsepti aslında bambaşka)
sevmeyeyim artık seni demek.

yani ne gerek var. bi bırakma eylemine gerek yok. bırakmak fazla kesin. kesin çizgiler yüzünden bu kadar yara bere içindeyiz zaten. en güzeli bu. yapmayayayım en iyisi. en iyisi bu çünkü. düşünmeyeyim. hatırlamayayayım. yaya yaya konuşurşam çok daha hoş oluyor bu. eze eze.
yeni tanıştığım fazla samimi olmadığım kimselere tahammül konusunda kendimi aşıyorum bazen şaşırıyorum. kafasına içimden pat pat vurmak geliyorken bazen inanılmaz sakin "ahhaha canım benim bak öyle değil böyle bıdbıdbıdbıd" gibi açıklamalar yapıyorum. kendime inanamıyorum.
sinir olduğum insanlara "canım benim" diyorum.
"canım selim" der gibi değil ama bu. "küçük aptal" der gibi.
"canım benim", "hadi bi siktir git" der gibi.

*

bir sorun var.
hayır yine kitaplardan dem vurmayacağım.

herşey mojoda dans ederken uğurun beni sarsıp:
"ipek sen mutlu değilsin eğlenmiyorsun."demesiyle başladı sanırım.
bi kötü oldum o an. eğlenmiyorsun eğlenmiyorsun diye yankılandı kafamda. kimi kandırıyorsun dedi sonra. "burası çok havasız ben biraz çıkıyorum" dedim.

çıktım.

derin derin nefes aldım. o sırada aklıma tek bir şey geldi kovaladım. gitti. gözümde bir şeyler birikti. yanımda kalem yoktu aksa tazeleyemezdim ondan boşaltım işini erteledim.

**

sen başka bir şehrin sabahını yaşıyorsun. ben başka bir şehrin gecesini.

**

soğuğa karşı yürümeli öyle zamanlarda insan. soğuk donduruyor insanın gözlerinide ellerin kaskatı kesilse bile suçu soğuğa atıyorsun.
güldüm eğlendim sonra. beyoğlu koca yer. saklanacak çok yer var. başka yerlere gittik. daha havadar. daha mesut.

**

denk gelmeyeceğiz hiç. zamanımız tutsa mekanımız tutmayacak.


**

bir daha söylemedi o gece. gerçi sonrasında hiç ayık olmadı ondan belki. hem belki alkolsüz hayatı destekleme ve yaşatma şeysi yapmasaydım kendi içimde bende pek umursamazdım.

**

saatlerimizi ayarlayamayacağız hiç. ben 5 var derken sen çoktan 5 geçe olmuş olacaksın. ben güneş doğuşu derken sen batırıyor olacaksın.

**

bazen umursamazca yürüyor insan. kendine bir film seti kuruyor dünyadan. ve orda kalabalık sokakta yalnız yürüyen gencin bunalımlı dünyasını yaratıyor. hızlı adımlarla. yakalanması gereken şeyler var zira. her şey mükemmelken lanet bir korna her şeyi bozuyor ama. istiklale araba sokan zihniyete sövdürüyor böyle anlar. adımlar hızlanıyor.

**

..


**

bazen bazı şeyler pat diye oluyor. pat diye çağırılıyor bazı düşünceler. pat diye bir yağmur başlıyor taksimde. kim tükürüyor lan diye düşünürken bardaktan boşalmaya dönüyor iş. aklına yine aynı düşünceler geliyor. kovmakla gitmiyor biliyorsun. kaçıyorsun. aklından kaçıyorsun.
al aklım senin olsun diyip, onu orda bırakıp rastgelen bir yerlere giriyorsun aniden. ani dönüşlerle şaşırtmalar yapmaya çalışıyorsun. atlattık!!

**

burda yağmur yağar ben ıslanırım. sen bir güneş türküsü tutturursun..

**

bok atlattık! daha iki kadeh içmeden enselenirsin öyle.

**

neden böyle oldu lan?

**

suçlu suçlu dondurduğun göz yaşların çözülür bir anda.

**

neden gittim ulan?

**

sigara arar insanın eli öyle anlarda. gözüme kaçtı ondan bana çok dokunur diye bilmek için. yanlış yerde yaktın ablacım. pahalı mekan burası barmen uyarıyor bak. 65 lira yazan panoyu gösteriyor.

**

önce sen gittin ulan!

**

bunun için ağlanır mı mesela? bir sigara bile yakamıyoruz. paramızla rezil oluyor. hadi koşup ucuz barlara gidelim.

**

gitmesek iyiydi..

**

iki sokak yukarısı? hangi aradaydı? dur biraz şurda oturalım. daha iyi olur belki her şey.
pardon buraya servis var mı?

**

sahi ama artık çok geç değil mi?

**

**

**

1 Aralık 2010 Çarşamba

başka dilde aşk..

medeni bitmedi.
ama oturdum başka dilde aşkı izledim.
çok hoş.
böyle
nasıl anlatsam.
zor.
ekranda gördüğüm mal mal bakan hafif ıslak gözlerimin bi fotoğrafı olaydı her şey çok net anlaşılırdı belki.

--spoiler spoiler--
ceketimi burda mı unutmuşum?
--spoiler spoiler--

tamam çok basit bi trik kabul ediyorum ama yine de dokunuyor. ne bileyim. ya da ben bu ara hassasım.

..
şimdi bir masal var aklımda. gidip ona anlatsam. bir süre inansak. inanarak uyusak, sabah uyandığımızda her şey eskisi gibi olsa, masal sadece bir rüya gibi hatırlansa
..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...