23 Aralık 2011 Cuma

şemsiye kullanma kılavuzu

öncelikle burda bu bilgilendirmenin yer alacağı inancıyla hevesle okumaya başlayan zatlardan teker teker özür diliyorum. zira bu içerik bu kılavuzu görüntüleyemiyor. hiç bir şemsiyenin içinden bu kılavuz çıkmıyor. delirme sebebi! insanlar bilinçsiz. ve ben de bilinçsizim.
bi elimi şemsiyeye tahsis etmek genelde hep zoruma giden şey yolda yürürken bu bakımdan şemsiyesiz yürüyüp ıslandım çağlar boyunca. ama bunu yapabilen insanlar çok profesyonel duruyor. şimdi insanlık adına birinin bu kılavuzu yazmasını bekliyorum. rica ediyorum. bundan hem şemsiyeyle yürüyemeyenler nemalanacak, hem de sokakta hunharca şemsiye kullananlarda muzdarip olanlar.

ve eğer sevgili okuyucum sen de bu profesyoneller içindeysen, "yani bence çok kolay bi şey açıyorsun yürüyorsun" demeden, bütün sınıfın 15 aldığı bir fizik sınavında 90 alıp "niye hammallık yapayım attım kafaya beyin bedava" diyen insan olmadan, yada daha fenası, "abi ben de bilmiyorum sıktım tutmuş hepsi" gibi aşağılık söylemlerde bulunmadan bu işin inceliklerini bana anlat. aksi takdirde üstüne on bin kunduz laneti yağdıracağım, o ustalıkla kullandığın şemsiye bile koruyamayacak seni.






not: resmi şu blogdan aldım. altında ise şöyle bir açıklama vardı


"burası dublin'de bir şemsiye park alanıymış. hani yağmurdan sonra şemsiyemizde biriken suları süzmek için kapı önlerine park ederiz ya, işte dublin'de sürekli yağmur yağdığından kaldırımlarda yer kalmıyormuş. onlar da böyle bir çözüme gitmişler. "
sanırım bu kılavuz için ben irlandalılardan umutlanmalıyım.

21 Aralık 2011 Çarşamba

bananefaydasıvarcılık oynanır bizim burlarda.

bananefaydasıvarcılık dünyanın en kolay oyunu aslında. işin özü bu oyunu prensip haline getirmekte.
bi kaç ay önce başbakanlığın bir anketini yapıyordum hanelere. esenyurt civarında yaşadığım diyalogtan bir kuble sunmak istiyorum sizlere. esasen böyle diyaloglarla bir kaç kere daha karşılaştım. gerek esenyurt gerek  güneşli, güngören mahallesi.. çaldığım kapılardaki çamaşır suyundan az evvel çıkma eller kapıyı açarken yabancı birine aslında hep umutla bakıyordu. ama ben o beklenen kurtarıcı değildim maalesef. ben sadece içerden kimmiş diye sorulduğunda anketçi kız diye bahsolanım.


ben: iyi günler başbakanlıktan geliyorum. sizin haneniz belirtilmiş bir anket yapmam gerekiyor müsait misiniz acaba?
teyze: ne anketi?
ben: türk aile yapısı ve rehaf seviyesini ölçme amaçlı aile ve sosyal hizmetlerce hazırlanmış bir anket.
teyze: herkese mi yapıyon?
ben: başbakanlık tarafından rastgele seçilmiş hanelere.
teyze: neden biz?
ben: dedim ya teyzecim rastgele seçilmiş.
teyze: bu apartman mı seçilmiş?
ben: yok sizin daire bi de 8 numara.
teyze: 8 numerayı seçen bizi neden seçmiş uğursuz onlar. kira ödemiyorlarmış kaç aydır.
ben: yok teyzecim sizin şahsınızla alakalı değil bu seçimler rastgele hane olarak cadde sokak apartman falan.
teyze: hıı
ben: başlayayım mı?
teyze: ne işe yarayacak şimdi bu?
ben: türk aile yapısı ve refah seviyesini ölçmek için istatistik veriler hazırlanırken kullanılacak.
teyze: nasıl sorular var?
ben: evinizdeki eşyalar, sizin mutluluğunuz bu tarz sorular.
teyze: peh ne yapacaklarmış benim mutluluğumu al mutsuz yaz.
ben: baştan başlayayım isterseniz?
teyze: şimdi bunun sonunda bize yardım edecekler mi peki?
ben: nasıl bi yardım?
teyze: işte bize yardım. sonuçta durumumuzu soracan iş falan bulacaklar mı bize?
ben:....
teyze: yani benim iki oğlum var aslanlar gibi ikisi de işsiz onlara iş mi verecekler?
ben: teyzecim işte ona göre işsizlik oranı çıkar devlet ona göre bir politika izler.
teyze: devletinde çok da umrundaydı benim sümsük 2 oğlum.
ben: işte teyzecim sen ve oğullarınla bu anketi yapabilirsem bi nebze umrunda olabilir.
teyze: yok ben istemiyorum.
ben: ama:
teyze: yardım edecekler mi bize? yok iş bulacaklar mı yok, e ne anladım bundan ben?
ben: işte istatistik fala..
teyze: o kadar istatiasdfgbh arasından benim iki pısırık oğlumu görcek.  biri devlete gireydi.
ben: peki iyi günler.
teyze: bak hele sen başbakanlıkta mı çalışıyorsun.
ben: yok ben anket yapıyorum sadece.
teyze: dur sana oğullarımın numarasını vereyim de iş olursa devlette arayıver. onlarda bi senin gibi giriverse.
ben: ben devlette çalışmıyorum teyze.
teyze: ne diye başbakan diyip duruyon o zaman.
ben: başbakan demedim teyze başbakanlık dedim.
teyze: neyse vereyim de aklında bulunsun.
ben: peki ver teyze.

hakikaten sabırlıyım ben aslında. bugün ise sigarayla ilgili bi anket yapıyordum.aksaray bölgesindeeksik anket kalmıştı. bi tane çiçek satan teyzemle göz göze geldik güldü gel yaptı eliyle, çiçek satacam gülümsemesiydi o muhtemelen zira yok teyze çiçek alcak param ama gel senle bi sigara anketi yapalım dedim. o ne o dedi. sigaraya ilişkin bi anket işte teyzecim ne marka içiyorsun falan bi kaç soru soracam dedim. iyi hele gel sor dedi. sevindim. cep telefonun var mı ama dedim o lazım. dedi benim yok. olmaz o zaman dedim. kardeşimin var dedi bir hareketlenme oldu o sırada sonra çek şu oturacağı(pınar yoğurt kabından bahsediyor) da oturuver hele dedi. ve o enfes soruyu sordu:

-ne işe yarayacak bu anket?
-işte bi işe yaramayacak. kim ne sigara içiyo onu araştırıyorum.
-bana bunu (içtiği sigarasını gösteriyor) bıraktırcaklar mı?
-onu sen bırakcan teyze ben nasıl bıraktırıyım.
-ilaç mı vercek?
-kim?
-sen.
-nerden veriyim teyze ben ilaç eczaneden al bırak.
-hangi ilaç de bakim sen bana.
-onu bana değil eczacıya sorcan teyzem. madem bu kadar bırakmak istiyorsun at bırak.
-hee oluyodu öyle. de bakim ne ilaçları var.
-bilsem ben de içerim teyze ben de içiyorum sigara.
-(eliyle tuhaf işaretler)-
-neyse sana hayırlı işler teyzecim iyi bak kendine.
-güle güle gel çiçek vereyim bi tane sana.

bi gül veriverdi pembesinden. gülümsedim. nebleyim tuhaf işte insanlar. hepsi değil tabi. anket yaparken çay ikram eden yok mu o da var. ama böylesi bi tuhaf geliyor

16 Aralık 2011 Cuma

telefonu açtığından beri sesi bir mezardan geliyor gibiydi. beni burdan çıkarından ziyade üzerime biraz daha toprak atın dercesineydi. hoş beni burdan kurtarın dese de benim gitme yükümlülüğüm yoktu. içim rahat bir şekilde onu ölüme terk edebilirdim. garantörü değildim neticede. insan bir tek doğurduğunun garantörü olabilir. fatura yine adem ve havva çiftine kesilecekmiş gibi bir his var içimde.

aslını isterseniz, toprak kazmak bana göre değildi. hele yeni manikürlü tırnaklarıma göre hiç değildi. zaten neden aramıştım onu da bilmiyorum. yakın zamanlarda gerçekten bir mezara girerse cenazesinde içim rahat olsun istiyordum belki.

kurcalamadım. kurcalamayı sevmem. telefonu kapatmadan bir sorumlulukmuş gibi bir istediğin var mı diye sordum. ya da senin için yapabileceğim bir şey var mı gibi bir şeyler geveledim. halbuki bu soru bu tip insanlarda  neden daha derine gömmedik seni gibi bir anlam ifade eder. keşke daha derine gömülseydin de bu imil imil sesin bile sızmasaydı dünyaya. dünya içinde yok ediverseydi seni.

haksızlık bu yaptığım. çirkin tırnaklarıyla toprağı eşelediği yada ansızın parmaklarını mezarın dışına geçirip doğrulmaya çalıştığı yoktu. ben kendim kaşınmıştım. kendim arayıp yoklamıştım. yapmalıydım.
yok dedi. hiç bir zaman var demezdi. iyi bak kendine dedim. hiç aynam kalmadı dedi. konuşmayı uzatmaya çalıştığını düşünüp huysuzlandım. bu insanların en boktan özelliği buydu. bütün konuşma boyunca susar tam kapatacakken apır sapır laflar etmeye başlarlar.

gülümsedim. mizah anlayışını hep çok severdim zaten diyerek hayatımdaki yeri çok derinmiş gibi davrandım. bir isteğin olursa mutlaka ara dedim son bi telefonu kapatma gayretiyle ama için için yeni bir lafla beni yine hayatımda ona biraz daha yer açma külfeti altına sokacağını hissediyordum. yapmadı ama. hiç ses etmedi. ne tamam ne de başka bir cevap. kapatmadı da telefonu. alo dedim bir kaç kere yine cevap vermedi. al işte bu sefer de başka bir numara yapmıştı. sanki masa örtüsünü camdan aşağı silkelerken tam bir fotoğraf çekilmişti. hiç bir şey yere düşmeden. bütün ekmek kırıntıları, unutulmuş bir peçete, lekelerinden sıyrılmış domates çekirdekleri. hepsi beyaz masa örtüsünden ayrılmışlardı ayan beyan gözüküyorlardı. her şey donmuştu. ben ısrarla örtüyü defalarca silkiyordum ama çoktan üstünden düşüp havada asılı kalmış ekmek kırıntıları, unutulmuş bir peçete, lekelerinden sıyrılmış domates çekirdekleri bu masa örtüsünün bırak rüzgarını tokatlarını bile önemsemiyordu.

onlar öylece havadayken hiç bir şey olmamış gibi pencereyi kapatıp içeri de giremiyordum. tam anlamıylar herşeyle askıda kalmıştım. batamıyordum. çıkamıyordum. telefonu kapatamıyordum. evden çıkmam gerekti çıkamıyordum. öylece yaşamaya başladım. o mezarındaydı ve ben telefonda. dinleyebileceğim mercimek çorbası kokan nefesi dahi yoktu. çok kereler evine gitmeyi düşündüm ama lanet olasıca ahizesi spiral spiral yuvasına bağlı telefondan aramıştım. komidinin üstüne mıhlanmıştı yuvası ve ahizesi kulağıma. yapılacak hiç bir şey yoktu. küfürler ediyordum gecelerce, sabahlarca, gözümü kırpmadan öylece duruyordum. ondan başka hiç bir şey dinleyemiyordum. telefonum sürekli meşgul çalıyordu muhtemelen. kapım çalıyordu sık sık açmaya gidemiyordum.
yavaş yavaş yaşlanıyordum telefonun başında. o ise hızlı hızlı susuyor.

12 Aralık 2011 Pazartesi

gelecek uzun sürer.

"savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız, peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?"


filmden sonra otobüste gölgesizleri okuyordum.



"hatta böyle bir karşılaşma için her an hazır tutmuştu kendini; önce hiç kıpırdamadan görüntüsüne alışsın diye ata bir kaç dakikafırsat verecek, sonra parmaklarının ucuna basa basa yaklaşıp burnunu okşayacak ve çenesinin altına namluyu sokup birdenbire ateşleyecekti. at, beynine saplanan kurşunla birlikte şahlanacaktı tabii, ardından, karanlığa fışkıran kanını bile görmeden yere devrilecekti. belki kuyruğunu birkaç kez sallayacaktı o sırada, yekinmek için bacaklarını bir kaç kez hareket ettirecekti ama kesinlikle kasılıp kalacak ve ölecekti."


hasan ali toptaşın öldürdüğü atla filmde ölen at çok başka nedenlerden ölmüştü tabii. ama aynı betimlemeyle. acaba aynı şekilde öldükten sonra neden önemsizleşebilir mi?

hem realist hem romantik bir filmdi. akım olarak. 25 yıl sonrasına dair hayaller kısmı hele.. gerçi o karadenizi bisikletle gezmece falan. neyse ben en çok afişteki sahneyi sevdim ama. yağmurla uyanmaca. hoştu.

bir de:
"ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni 
daha da korkunç, bir başına değilsen oysa 
şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana 
ne acı bu denli geç rastlamak sana 
ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda."

(andrey voznesenski)


aslında düşündüm de bu şiirin başını ahmet okumadan önce sumru kütüphaneye bakarken tellenen sigarayı hepsinden çok sevdim.

11 Aralık 2011 Pazar

celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hayat ağacı

perçembe saat 11:45te utkuyla el ele sinemajestiğin önünde 11:30 filmlerine geç kalmışlık nefesinde gişeye "hangi film başlayalı daha aşırı fazla olmadı" derken başladı herşey. iki seçenek vardı. the tree of life ya da celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesi. ikisini de görmek istiyordum. gişedeki adam the tree of life bileti kesti bize koştur koştur salona girdik. 
film başlamıştı. sean penn cam asansörden aşağı doğru iniyordu yakaladığımda. o asansörden epey bir süre indi gerçi film süresince. 
belgesel faslı başlamamıştı. bu filmden önce bana biri hayat ağacı dese aklıma ilk gelen film the fountain olurdu muhtemelen. darren aronofsky bu filmi izledikten sonra yemin ederim benim aklıma gelmişti demiş midir bilmiyorum. ama ben darren aronofsky bu filmi izlerken yan koltuğunda oturan kadın olsam seninki de farklı bir bakış acısıydı görsellikten diyorsan adam sana fena çakmış derdim. o da muhtemelen ben sıkılıyorsunuz diye o sahneleri uzatmadım bilsem ben de daha çok kıl köküne kadar sokardım o kameraları derdi. ah darren aronofsky ah.. sus da filmi izleyelim derdim. bu arada darren aronofsky ile asla ismen hitab edeceğim kadar samimi olmak istemediğimi fark ettim az önce. zira ağzımı doldura doldura aronofsky demek benim için büyük bir zevk.
the tree of life dönecek olursak bi aşağıdaki videoyu açın siz.filmin anlattığı geyiklere değinmeyeceğim hiç baba oğul ve kutsal ruh demeyeceğim. ben filmin bana hissettirdiklerinden bahsedeceğim. zaten açıkcası o ölüm haberinden sonrasını izleyebildiğimiz için o faslı kaçırdım ve tam olarak ölen hangi oğul bilmiyorum. salonda önümüzdeki adam büyük oğul öldü dedi ama sean penn büyük oğlun orta yaşlı versiyonu. bütün bu akıl karışıklıklarını çözmeden film için "orta direk amerikan ailesinin yaşayış ve çocuklarının masumiyetlerinden sıyrılışlarına parmak basıyordu" diye şeyler söylemem. zaten düşündükçe bu film öyle bir yorum istemiyor. başka şeyler anlattım ben size onlardan bahsedin diyor. 

 
''neredeydin? bir çocuğun ölmesine göz yumdun. her şey senin elindeydi. sen iyi değilsen, ben neden olayım?''

ben size özellikle ilk yarısının bana adeta bir meditasyonmuş gibi geldiğinden bahsedeceğim. film ben de ekrandaki her şeye dokunma ihtiyacı uyandırdı. bütüm o kımıltılara hareketlere, balonlara, köpüklere, dumanlara... bazen perdedeki herşeyi avucuma alabileceğim kadar küçülttü zihnim. o hareketlerin elimin ayasını gıdıkladığını hayal ettim. bazense kendimi gördüğüm her patlamanın bulutlanmanın içinde düşerken hissettim. benim her şeye dokunma hissim doruklarda iken şöyle bir şey fark ettim ki elim ayağım titredi. film müzikleriyle bana dokunuyor. o an aşırı derecede tuhaf hissettim. hala dinlediğimde sahnelerin gözümde döndüğünü hisssediyorum. yavaş yavaş yakınlaştığım ve en küçük yapı birimine kadar indiğim nesneler geliyor gözümün önüne. patlamalar en baştan beynimde patlıyor sanki. dünya yeni baştan evrenin vajinasından kurtulup soğuyor, defalarca..

öğleden sonra 15:30 seansına da celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesine gittik. daha bir kaç hafta önce güneşin oğlunu izlemiştik. o sebepten midir nedir bir bülent emin yararın üstünden başka türlü bi entrika bekledik. nebleyim mesela utku vurucu bir konuşma bekliyordum dedi. ben o yemek masasındaki konuşmasını beklenen konuşma diye nitelemiştim ama beklenen konuşmaydı işte. beklenen şeylerdense beklenmedik şeyleri tercih edergillerdeniz biz. 

Bazı insanlar yaşadıkları dünyadan sıkılırlar ve dünyayı değiştirmek isterler, dünyayı değiştiremeyince dünyalarını değiştirirler.

onun dışında hoştu. aile doğuştan biz daha bilmeden istemeden kaydımızın çat diye yapıldığı bir müessesedir görüşünden yola çıkılmış katilin maktulün herkes tarafından bilindiği ama cezayı kimin çekeceğinin sonuna kadar didik didik aranan hoş bir kara mizahtı film. sanırım onur ünlü filmlerinin en çekici yanı da bu. ha bir de ben en çok kamuran ninenin intihara teşebbüsünü sevdim. o giderken perdeyi açan polisteki doğallığa ise bayıldım. 


not: leyla ile mecnun izlemiyorum. 
not2:her şey iyi hoş da the tree of life le ilgili şunu itiraf etmezsem gözüme uyku girmeyecek. ben filmi izlerken 3 kanallı bir film de zap yapıyor mış gibi hissettim. bir kanalda belgesel, diğerinde amerikan dream ötekinde yorucu iş hayatını ele alan bir film yayınıyla cumartesi gecesi tv8i. paralelliği tartışılır bu üç kanal ben isterdimki geçişleri olsun. kelime oyunlu cin cümleler gibi karesel geçişler barındırsın. bu konuda the fall gibi şeyler olsun. nebleyim anne kelebekle oynarken kelebek kanadından bir deniz dalgalansın. bebeğin ayağındaki çizgilerden çöller doğsun gibi şeyler isterdim. 
not3: ben dünya oluşumu ve gelişimi sırasında her patlamada, her köpürmede, her ateş topunda milyon tane insan yüzü gördüm. 3 kişi ve onuların alt üst soylarından ibaretti. karl marx, dostoyevski, oğuz atay.

10 Aralık 2011 Cumartesi

7 Aralık 2011 Çarşamba

isyan!

sol anarşik grupların saman altından yürüttüğü sular artık adeta artezyan kuyusundan fıştırır gibi fışkırıyorlar. sol göz ve sol dişlerin aktif görev aldıkları eylemlerde beyin büyük hasar görürken bölge ahalisi bu kardeş kavgası bitsin serzenişinde bulundu.

küfrede küfrede bağrıma bastığım baş ağrıları varken bir de yumurtadan çıkar gibi göz ve dişten kaynaklı baş ağrıları peyda oldu. çevremdeki her şeye tahammülüm bu ağrılarla ters orantılı olarak bir grafik çiziyor.

görmüş olduğunuz resim direk röntgen sonucudur. kırmızı yıldızlı noktalar tahmini ağrı merkezleri olup dallanıp budaklanarak dağılım şekildeki gibidir. bugün dişçinin "kulağına vuruyor mu bu ağrılar?" sorusuna "yöe" demem üzerine çok geçmeden kulak içi ağrı komuta birliklerimin "beyler ağrı yapmamız gerekiyormuş toparlanın hadi ayaklanıyoruz" demesiyle iş çığırından çıktı. doktora gidip "diş sinirlerimi alın! hepsini alın hepsini!" demek istiyorum. nerden öğreniyor bu çocuk böyle şeyleri derlerse tezer özlünün alınmıştı o bi nebze rahat etti. ben de rahata kavuşmak istiyorum derdim. o kim yavrucum mu derdi dişçim bana yoksa ah ah evet o da çok çekti der uzak denizlerin uzağında 7 cücelerin yaşadığı toprakların ötesinden bir derenin en dibine dalar orda yaşayan incisi bol midyelerde birinin kulağına eğilip tezer de çok güzel kadındı mı derdi bilemem tabi. ama bu işi çözsün isterdim. kökünden!

bir ay önce falan okudum heralde yaşamın ucuna yolculuğu. tezer özlünün Berlin-Hamburg-Berlin, Batı-Berlin-Doğu-Prag-Viyana-Zagrep-Belgrad-Yugoslavya-Bulgaristan-Niş-Trieste-Torino boyunca yolculuğu, sürüklenişi, altını çize çize yaşarken onun diş ağrısına üzülürken belkide kendi diş ağrımı örtpas etmiştim. bazen olur. insan başkasının hikayesine o kadar çok kaptırır ki kendini kendi hikayesini unutur. o yüzden acıklı hikayeler dinler insan ister istemez. içten içe bir keyif alır. benden daha kötü durumdakilerde varmış bak der kendi kendine başkasını parmakla göstere göstere. bu yüzden acun ılıcanın yaptığı "hayata dair iç burkan detaylı insan hikayeleri"ne sahip programlar inanılmaz izleniyor bu topraklar üstünde. dur bakayım şurda daha bok çukurana batmış bi insan varmış biraz ona hayıflanayım da iyi gelir belki.


ben öyle yapmadım ama. ben ben zaten showu izlemem ki. kendi diş ağrımı unutmak için tezer özlüyü kullanmadım böyle bir iftirayla başa çıkamam. uzak denizlerin uzağında külkedisinin kötü kalpli üvey annesinin yaşadığı toprakların çok çok ötesinde okyanuslar dibinde bir deniz atı bulur onla yaşarım daha iyi. hem deniz iyi gelir. deniz ağrıları kaldırır. ben suyun dibinde ağrısız yaşarım. 




nereye varmak istediğimi bilmiyorum. kelimeleri toparlayamıyorum. evde hiç kelime kalmamış. komşular açmıyor kapıyı. halbuki elimde bir tabak aşure. aşure sevmem ben. siz severseniz bütün aşureler sizin olsun bana kelimelerimi verin. cümleler yapayım onlarla. bir yerlere uzanan cümleler. bir rafın üstünden kavanozu bana verivericek olan cümleler...




  


27 Kasım 2011 Pazar

kestik!




kestik demiş biri. benim lafım bitmemiş. senin dinlemeyişin. en başından beri mi dinlemiyordun yoksa kestik dendiği anda mı poz verdin. sen bu kadar pratik misin? ya da ben lafımın arkasından bu kadar koşan mıyım? ben lafımı bitiricem diye mi çok direndim de geç kaldım yoksa fotoğrafçı deklanşöre basmada mı acele etti. beni sevmemiş seni sevmiş fotoğrafçı flikırında alenen itiraf neyin etmiş.

seni kurban ettik mi biz bu kurbanlık koyun bakışından sonra? melün müsün sen?
kaşlarının iki titremesi arasında mı çekildi mesela bu fotoğraf yoksa tam titreme anında mı? kaşın ve deklanşöre uzanan uzun işaret parmağı aynı frekansta mı salınıyordu?
siz organize olup bana kumpaslar mı kurdunuz kaşla göz arasında? kaşımla gözüm arası hiç olmadığı kadar uzun yol çıkmış bak burda. istanbul ankara yolu kadar. bir açsam gözümü bitiverecek. açmamışım ama. öyle olmuş. istemeden.

ben hangi uçucu kuşlar masalını anlatıyordum? hangi uçucu kuşta kalmıştım? yoksa çoktan uçucu kuşların hepsini uçurup, uçamayan kuşların dramına mı başlamıştım? kanatları olup da uçamayan kuşların hüznünü mü elimle serpiştiriyordum masaya da sen onlara mı daldın gittin? bazen kanatlar yetmez bilirsin.
bazen istemek yetmez.
bazen bir şeyleri defalarca anlatmak farklı kelimelerle yetmez. içini dökersin sadece. farklı cümlelerle yakınırım sana. ben hep istanbulda sen kah istanbulda kah ankarada. aylar değişir, mevsimler değişir..

bir kuş pisleyiverdi mi bu fotoğraf çekildikten sonra? kendini tuttu mu flaş patlayana kadar fotoğrafın kompozisynunu bozmamak için. bu fedakarlığı yapabilir mi uçucu kuşlar? sırf anlattığım masallar hatrına? dinlerler mi onlar bizi? lafın bittiği yerde mi gelirler yeni laf açılsın diye? laf niye biter? laf hiç biter mi?

çay sırası kimde kalmıştı? bana kaç şeker diye sorulmayan bir masadır orası. benim kimseye kaç şeker diye sormadığım. biraz bekletip içtiğim çayımı. senin sabredemeden titreyen kaşlarına yaktığın dudaklarını ekleyerek hemencecik bile bile tanıda baktığın. çay bu nesinin tadına bakıyorsun ki. ama sen de haklısın çay bile günü gününe tutmuyor ne kadar aynı demlersen demle. sulardan mı?

kim yemek alıp geldi kiloyla? kimin patatesinden otlandık? patlıcanları yedim diye küstüm bu fotoğraftan önce mi kızdı sonra mı?

bu kadar yeter.
parmaklar kapanmadı cılınk sesinden sonra. bu fotoğraf çekilirken kimse bir şeyi kesmedi, kesmeye de çalışmadı. çünkü bazı şeyler kesilmeye kıyılamayacak kadar güzeldir. bizim oralarda kimse kimsenin dediğini kesmezdi hiç. "sen ne diyorsun tam bilmiyorum ama benim dediğim daha ilginç daha güzel"ciler yoktur. hala öyledir gözümü açıp gelsem. bilirim. bu fotoğrafta esasen sevgi dolu eller çerçeve içini almıştır muhabbeti. ama muzip fotoğrafçı üstteki parmakları kesivermiştir. kendi ellerinden başka ellere tahammülü yoktur onun. bir de genconun elleri der belki laf arasında uzun uzun konuşursanız. sahi siz onla uzun uzun konuşur musunuz? biz konuşmayız eğer siz konuşursanız, gerçekten çok kıskanırım sizi.

22 Kasım 2011 Salı

çarpık kentleşme 2


büsbütün bir çarpık kentleşme içinde gibiyim.
büsbütün bir çarpık yapılaşmayım.
beynim. kafam. vucudum. komple süprizlerle dolu.
burnumda olması gereken sümükler beynime kadar çıkmış durumda. sümüklü peçete tepecikleri, tepeleri, dağları!
her yer kaçak kat dolu. her köşe başı kaçakcı. ne kaçakcıları bunlar? bilmiyorum. kaçakcılar tehlikelidir. kaçakcılardan uzak durulmalı.


şahane hatalar okunmaması gereken bir kitap. her türlü bok yolu sonlar barındırıyor. hoş değil. elif almış. dün  ayaküstü 5-6 okuma yaptım. hepsi felaket!




"..yeryüzünün en zor insanları Katoliklerdir. insan taşlarla konuşsun daha iyi. Su ile, bulutlu gökyüzü ile, gecenin sessizliği ile konuşsun daha iyi. ama yüksek öğrenim görmüş bir Katolik ile konuşmasın. avukat bir de Alman Katolik Partisine oy verdiğini söylemiyor mu. ama Kohl'u pek tutmuyor. partinin daha güçlü bir adama gereksinimi var diyor. bu avukatın 2 olumlu özelliği var. birincisi durmadan sigara içmesi. öbürü durmadan içki içmesi. üstelik Camel sigarası içiyor. tütünden anladığı belli...."


Tezer Özlü- Yaşamın Ucuna Yolculuk. 


hayır Camelle ilgili yorum yapmayacağım. ama şunu da söylemeliyim. bu kitabı bitiremeyeceğim. 

12 Kasım 2011 Cumartesi

değişimleri affedemediğim günlerdendi.  
yavaşça kulağıma eğildi. 
"insanlar değil, duygular değişir" dedi. 
ayağı kalktım "çay mı? kahve mi?" dedim.
"gel otur kalkıcam birazdan önemli şeyler anlatıcam" dedi. 
dinlemedim, çayın altına su koyayım diye kalktım, döndüğümde gitmişti. 

27 Ekim 2011 Perşembe

insanlık öldü/insanlığın ölümü

hümanist bi insanım aslında. ama çoğu zaman insanları tek tek sevmek için neden bulamıyorum. insan ve egosundan hayatımın her döneminde nefret ettim. iğrendim. dibsiz kuyularda boğmak istedim. yapamadım. sonra uzaklaştım. 


şimdi haberler. 


"nihayet insanlık da öldü. haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istemememişler ve uzun süre, 'yahu insanlık öldü mü' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. bu nedenle gazetelerinde, 'insanlık öldü mü' ya da 'insanlık ölür mü' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da , yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. evet, insanlık artık aramızda yok. insanlıktan uzun süredir ümidini kesenler, ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. fakat, insanlık aleminin bu büyük kaybı, bir çok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir.; o kadar ki bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. insanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. insanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum. zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için birşeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. insanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. bu olaydan sonra hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır.doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. küçük yaşta öksüz kalan insanlığa doğru dürüst bi mirasta kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeye çalışmıştı. insanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. gazetemiz, insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler.not: merhumun cenazesi, önce , uzun yıllar yaşamış olduğu hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir."


insanlık, dün istanbul üniversitesindeki kermeste görev alanlar başı kapalı diye yardım etmek istemeyen zihniyetin tokadıyla feleğini şaşırdı. 
insanlık, van'da açılan bir koliden çıkan taşlarla taşlandı.
başka bir koliden çıkan her bayrakta kan kaybetti.
muhabbet açma amacını aşan ve sonuna hemşerim eklenmeyen ilk "nerelisin, kimdensin?" sorusunda boğuldu.
insanlık, feryatlara karşı zırh edilen kulaklıklarla sağır oldu. 
bana dokunmayıp bin yıl yaşayacak yılanlarca zehirlendi.
bir yerlerde açlıktan ölen insanlara inat bankada biriken para faizlerinde tükendi.
kışın dışarıda çıplak bırakılan ayaklarda dondu. 
mendil satan/sattırılan bir çocuğun sümüğünde aktı gitti.
insanlık, felakete "oh olsun" diyen kişinin nefesinde nefessiz kaldı.
bir şeyler sadece çok sevap diye yapılırken çıkan yangında kül oldu.


insanlık, ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanının enkazından ölü olarak çıkarıldı.


"insanlık tek başına kollarımda can verdi, yanında kimseler yoktu.."


insanlığın bir çocuğu olsun isterdim. gayri meşru bir çocuğu. şimdi bebek olsun ve büyüdüğünde tekrar diriltsin. umut hastanesinin kapısının önüne bırakılan bir çocuk olsun o. donarak ölmesin. 


Van'da bu gece kar yağmasın.
Van'daki minik ayaklar, nasılı topuklar, yaralı parmaklar üşümesin. 
hiç üşümesin. 



yukarıda tırnak içindeki yer hikmet benol'a aittir. o da albayla birlikte üzülmüşlerdi insanlığın ölümüne ta o zamandan. daha ölmeden ölme ihtimali onları bu yola sevketmiştir.  en vurucu şekilde anlatmak istemişlerdi. haber olarak mı oyun olarak mı çok düşünmüşlerdi. daha o zaman ölümü hissedilen insanlıktan şimdiye ne kalırdı zaten. hüsamettin albay yanıldı. bi emekli albayın yanılması beklenmezdi ama o yanıldı. "insanlık gelmez böyle oyunlara" dedi. insanlık tongaya düştü albayım. iyi ki görmediniz. 


"kendinizi bu akışa bırakın albayım. zaten kaç kişi kaldık şurda. bakın, insanlık da öldü." 

26 Ekim 2011 Çarşamba

kendimden taşınmak istiyorum bazen.
anlaştığım nakliyat firması her şeyi kırsın, kaybetsin falan.

19 Ekim 2011 Çarşamba

nevi şahsına münhasır saadet







"Günlerimiz olacak
Daha nice yıllarda.
Hep beraber seninle,
En güzel bir baharda,
Bir uzun yazda.
Günlerimiz...Kâh Adada, kâh Boğazda.
Kuytu bir yolda 

–bütün böğürtlen, kocayemiş –
Dudaklarımız birleşivermiş...
Akşam, Köprüüstü kalabalık,
Başın, omuzumda artık
Ufukta hilâl, gökte yıldızlar.
Günlerimiz olacak,
Mesut, bahtiyar."





Daha güzel bir mutluluk betimlemesi zor bulunur. "nevi şahsına münhasır saadet." iki yanağından öpüvermek istiyorum Ziya Osman Saba'nın. Ve bu hikayeleri oyunlaştıran istanbul şehir tiyatrolarına ise sevgilerimi yolluyorum. 


fotoğraf mühimdir. kanıttır. her ne kadar photoshop falan olsa da yine de değişmezdir diyeyim ben itiraz eden olmasın. donan andır. 


her şey unutulacak bir tek fotoğraflar kalacak...


uzun zamandır fotoğraf çektirmiyordum. kasıtlı bir şey değildi aslında. etrafımda deklanşöre basan biri yoktu ki gülümseyeyim. yoksa yaşadığıma dair kanıt bırakmama hesapları yapan mutsuzluğumu geride bırakmıştım. küstüm ve marlis ankaraya gittiğimde aramıza mercek sokarlarsa dondu geçmişim. onun dışında hiç kesintisiz ve delilsiz akıp geçti. ileride gençken de şöyleymişim diyeceğim çok fotoğrafım olmayacak muhtemelen. buna üzülüyor muydum? aslını söylemek gerekirse düşünmemiştim bunun üstünde.


ta ki bugün mesut insanlar fotoğrafhanesine gidene kadar. işin gerçek fotoğrafhanesinden daha sonra bahsedeceğim. önce oyuna değinmek istiyorum. tek kişilik -fotoğrafçıyı saymamaca yapmıyorum da öyle demek kolay geliyor dilime- zor, melankolik bir metine sahip yoğun bir oyundu. çocukluk, özlem, hayatla ilk merhabalaşma, ilk el sıkışma, ilk yanılma, pişmanlık, kıymet bilememe, yanılma... bir çok duyguyu içeren fotoğraflarla bezenmiş, köprü manzaralıydı. 
şarkılarla da kendini belli eden bir şey vardı ki Can Doğan'ın sesi ve sesini kullanışı. hiç nefessiz kalmadan, kesilmeden, anlaşılır ve akıcı bir şekilde o kadar uzun tiradlarla başa çıkmak açıkcası dilekolaygillerden. 
oyunda en çok sevdiğim son bölümdeki beyoğlunu ve ordaki dükkanları yaşatışıydı sanırım.


"Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar."


bazen istiklalde yürürken o hengame, o hiç durmayan alışveriş. o "buakşamçekiliyorbuakşambuakşamcı milli piyangocu. kestanesatarkenmaşasıylatezgahınavuran seyyar, faldaiddalıyızcılar, greenpeaceci çocuklar, ingilizce kursu broşürü dağıtanlar, 2dakikanızvarmıcı anketörler... sanki hepsi geçmiş de sana "seni ne mutlu eder?" diye soruyor gibi. sen susmuşsunda "bu mu yoksa bu mu yoksa bu mu?" diye önünde defileye çıkmışlar gibi. 


ve arada bu anı donduran, en güzel tramvayın geçişini yakalamaya çalışan büyük haşmetli fotoğraf makinalarına sarılmış yerli olduğu halde yabancı ya da hepten yabancı turistler. hala fotoğrafını çekecek kadar farklı gören turistler. 


peki ya fotoğrafhaneler?
hangisi mesut insanlar fotoğrafhanesi bilmem. açıkcası ziyacığım kusura bakma ama ben senin gibi değilim. ben güveniyorum kendime. giderim gülümserim çektiririm fotoğrafımı. ben de saadetimi tespit ettiririm. notere şerh gibi bir şey zaten. hele de vitrine kondu mu mutlu halim. dediğin gibi. saltanatı hem benim mutluluğundan hem de benden uzun ömürlü olur muhtemelen. ama sen benim mutluluğumu kıskanır, çekemez, çıkarsın:


"Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim. "


bilirim. dersin. ne yaparım ondan sonra. nemli gözlerimi nereye saklarım. bir dakika derim. daha fotoğrafçı adam siyah örtüsünü başından atarak doğrulmadan, o terli ümitsiz bakışını bize göstermeden benim çok acil bir işim vardı der kaçarım. ikimiz için yaparım bunu. ben kendi gülümsemem daha büyük görünsün diye ikimizin resmini yan yana koyamam ki.


" Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim? "


not: mesut insanlar fotoğrafhanesine gidip bol bol fotoğraf çektirilmeli. 

16 Ekim 2011 Pazar

güneşin denize battığı yer en güzeldir.

sonbahar

15 Ekim 2011 Cumartesi

güzel şeyler yaşanır.
yazılmaz.
nazar değer.

not: aşk bu değil yapma be güzel.

2 Ekim 2011 Pazar

yeni sezon.

ekimde istanbul bir başka güzel.
evime döndüm ve deli gibi bir sinema tiyatro listesi yaptım kendime.

filmekiminde biletlerin 2. günde tükenmesi şaşırtıcı olmamasına rağmen hüzün yaratmadı diyemem. 
tiyatro sezonunun açıldığının daha kimse farkında değil bu güzel haber.
yapmak istediğim çok şeyin olduğu bir sezona daha merhaba derken geçen kış yazın okumak üzere aldığım cinler varlık yayınları 2 cilt turuncu-mavi bana usul usul gülümsüyor. 
şahbazın harikulade yılı var ama elimde.
bitsin, sahnenin dışındakiler var. sonra geleceğim sevgili fyodor. ben de çok özledim seni. 
pazartesi okulun 3. haftası. başlangıçları sevmem o sebeple 3. haftadan merhaba diyeceğim. evet bu pazartesi kesinlikle başlıyorum. çünkü lazım.
hayatımda bir düzen arıyorum bu ara. okul başlasın her şey yoluna girecek diyordum. olmadı. sanırım benim okula başlamam gerekiyordu. bunu atladım. ama sonuçta ders aldım. her şey yolunda. 
pazartesi her şeyi yoluna koymak için mükemmel gün. 

Yarın bütün öğleden sonramı tarik zafer tunaya kültür merkezinde dar alanlar/daralanlar konulu belgeselleri izleyerek geçireceğim sanırım.
bu kelime oyununu sevdim. epey sevdim. 


arada her şeyi satıp gitme ve aklın kalma kontenjanından.

19 Eylül 2011 Pazartesi

15 Eylül 2011 Perşembe

yol var ordayım.

yolda'yı okuyorum bu ara.
heveslendirmek şöyle dursun oturduğum yerden yoruyor.
eylül yazlık kapatma ayıdır. hayır hiç yazlığımız olmadı bizim. ama yinede öyledir. yerleşik hayata geçmektir. aşırı yerleşikken aşırı gezgin bi kitap okumak tuhaftır. o kadar gezme isteği vardı daha demin şurda nereye gitti diyorum. nereye koyduysan ordadır cevabı geliyor. baktım diyorum yok! siz nereyekoyduysanordacılar! dünya dönüyor, rüzgar esiyor bunu hep göz ardı ediyorsunuz!

sürekli bir şeyleri bir yerlere koyuyorum. ayırıyorum. istif ediyorum. sonra dünya dönüyor, müfredat değişiyor.
güncel kalamıyorum.


not: belki ilginizi çeker.


sarhoş x kişisi y kişisini arar. bir süre konuşur. y kişisi durumun vahamiyetini anlayıp gidip almak için sorar:
-nerdesin olum sen?
-yol.
-hangi yol?
-ne biliyim amk. yol var ordayım.
-ne var çevrende.
-direk araba ev.



gülmekten ne yapacağını bilememek var bir de.
not: sarhoş değilken de bazen insan o kadar bulunduğu yerden ayrı bağımsız oluyor ki. o zamanda yol var ordayım diyesi geliyor. tabi o güldürmüyor.

ya insanlar birbirlerine çok fazla benziyor.
ya da ben insanlara artık dikkatli bakamıyorum.

(bu cümlede vurguyu "insanlara" mı vermeliyim yoksa "artık"a mı diye düşündüm. gerçekten.
ama sonra farkettim ki artık her türlü dikkati üstüne çekiyor.)

12 Eylül 2011 Pazartesi

yollu yazı.

yol beni yorar.
yoldan hoşlanmam. yolculuklar kimi zaman iyidir hoştur. dinlemece-dinlenmecedir. ama bilhassa şehir içinde bir yere varma amaçlı gidilen ama bir türlü bitmeyen yollar aynı melankoliklikte ve liriklikte değildir. halbuki mide bulantısı gibi sorunlarım da yok. kitap okuyabiliyorum çoğunlukla. yol beni tutmaz ama yorar.
hayatım boyunca çevremdeki insanlara oranla daha merkezi yerlerde oturdum.
"nerdesin?" diyen telefona balkona çıkıp "geliyorum yoldayım. 10 dakikaya ordayım" dedim. hakikaten 10 olmasa da en geç bi 15 dakikaya ordaydım.

şehir içi uzun yol beni ürkütür.

bi esaslı uzun yol hazırlığı yapamazsın. ama bir tuhaftır. şehir içi uzun yol ile ilk tanışmam fidan elvankente taşınınca olmuştu. su almıştık, bi iki de atıştırmalık bi şey diye hatırlıyorum sanki. çok zaman önceydi tabi. kestirmesi güç.

beni yola ikna etmek her zaman maharet istedi. trilyon tane bahane sunabildim her zaman. "sen gel" dedim hep. "sen gel." yaptım da çoğu zaman. "sen gel ben kahvaltı hazırlarım." "sen gel ben çay koyarım" "sen gel ben pasta yaparım".. cazip şeyler kişisine göre hep buldum.

dün bulamadım, bahçeşehire gittim. çift katlı otobüs konforu hiç bir şeyde yok. wirless bile mevcut. tuvalet bile olabilirdi. sormadım ama olsa şaşırmazdım. şarjın biterse şarj ediyorlar falan. %100 müşteri memnuniyeti. gerçi normal otobüs parasına elde edemiyorsunuz bu konforu. 3 küsür lira. ayırca aylık akbil geçmiyor.

uzun yoldan daha kötüsü tam olarak ne kadar olduğu bilinmeyen uzun yoldur. 10 dakikada bir kaç dakika kaldı diye soruyorum sadece 5 dakika oynuyor. bir terslik seziyorum.
hiç bilmediğim yerlerden geçerken açıkcası inanılmaz müsterihtim. yolu baştan kabullenmiştim. durak kaçırma gibi bi ihtimalim yoktu. hele şu ilk saati bi geçirelim öyle inip sorucam muavine gölet durağını. plan bu.
1 saatin sonunda aşağı inip muavine gölet durağını sorduğumda ise rahatlama diz boyuydu.

"ablası son durak ora."

son durakta inmek can sıkıcıdır. tamam durak kaçırdım nerdeyiz derdi yoktur ama sanki evsizmişim gibi. işsizim de şehrin en sonuna kadar gidiyormuşum gibi.


istanbulun her yeri farklı. ama kenarlar ve ortalar arası uçurum. dönüşte bindiğim otobüste wirless falan yoktu. kitap da okumak istemedi canım. etrafa bakındım. herhalinden büyüyünce düzen takıntısı olacağı belli bir çocuğun legolardan yaptığı bir kent gibi duruyordu önümde. fazla düzenli. kuleler kuleler kuleler... çıplaklık hissi uyandırıyor bende. sanki içleri hep boş. gelecek yüz yılın insanları için şimdiden yapılmış uzun uzun binalar. yapay. benim estetik anlayışımdan uzak.

ben küçükken legolardan kule yaparken hep bi tık bi tık kaydıra kaydıra yapardım. ağırlık merkezini hiç ayarlayamaz, en sonuncuyu koyduğumda devrilmesine hayretle, pişmanlıkla değil ama biraz buruklukla bakardım. benden mühendis olmayacağı kesindi zaten. merdivenli şeyleri severdim ben. amaçsız basamaklar, amaçlı basamaklar. amacı aya çıkmak olan yıldızlardan düşen basamaklar. altını doldurmazsan sağlam olmaz o basamaklar. altını doldurmaya hep üşendim pratikte. okula başladığımda teoride boyadım ama. çöp adamlara hep daha fazla önem verdim. onların can güvenliği mühimdi. güneş parlarken bacadan duman çıkardım. sonbaharda değil de, ilk bahardaki güneş hiç bi işe yaramazdı çünkü.

konu bu değil gerçi konu düzenli kentleşme. anlık şatafat seven, kimi zaman barok esintilerle mest olan biri olsam da genelde sadeliği severim. bunu bu ara bilhassa odamda farkediyorum. çok kalabalıkmış gibime geliyor. kütüphaneler üstüme üstüme geliyor. halbuki hep bir sürü raflı bir oda hayal etmiştim. ama bu ara odamda büyük bi kavga içindeyim eşyalarımla.

ben şehir bölge planlamacı olsaydım bahçeşehirvari yerler yapmazdım. her ne kadar başım götürmüyor desem de ben o Galata'nın abzürdlüğünü seviyorum mesela. ağzımı doldura doldura söylediğim iki kelime: çarpık kentleşme! bu hoş bir şey değil tabi ama yine de eminönünden kadıköye giderken bir sürü abuk subuk yapı arasından el sallayan bi Galata Kulesi bence güzel. uzun cam binalar arasında mı kalsaydı?
mahremiyeti hiçe sayan engebeli arazilerde teraslı balkonlu yerleşme ise beni bir diğer eğlendiren şey aslında. balkondan baktığında yan çapraz binanın terasında asılmış çamaşırları sayabildiğin bi karmaşa. güvenlik sıfır. düzen sıfır. ama bir emir kusturica filmi tadı. samimi bir ortam. ankarada en bariz örneği ise demirtepe.
demirtepede emir kusturicayı alıp biraz yüksek bir yere çıkarsanız onu bile şaşırtacak şeyler görebilirsiniz. birbirinin terasına kuşbakışı bakan evler, terasta horoz tavuk besleyenler, daireye girmek için balkonu yıktırıp balkon kapısını kullananlar gibi gibi gibi.. hayat koşulları ve üşengeçlik insanların pratik zekasını geliştiriyor. iddia ediyorum benim diyen mühendisten çok daha parlak fikirleri olan adamlar fotokopi çekiyor demirtepede.

ah! gerçi birbirine yakın evlerden de nefret ediyorum. penceremi açıp sigara yakacakken karşı binadaki kadının sanki onun balkonuna çıkmışım gibi dik dik bakmasından boğuluyorum. açıklık istiyorum. yükseklik istiyorum. bağ bahçe istiyorum. teras balkon istiyorum.... -dıt dıt dıt dııııt-


iş bu yazıda tutarsızlık sezenlere ne desem bilemiyorum. evlenilcek kişi eğlenilcek kişi ayrımı var ya ondan esasen bu yazının özü. eğlenilcek yapılaşma-evlenilcek yapılaşma.

8 Eylül 2011 Perşembe

google'a "irtifa kaybediyoruz" yazınca bir filmden replik çıkıcak sanmıştım ama çıkmadı.
hatta şöyle bir şey hayal etmiştim.


"-irtifa kaybediyoruz kaptan.
-çabuk pencereleri açın ve ağırlık yapan her şeyi atın.
-ama bu çok tehlikeli kaptan kabin basıncı...
-bazen risk almak gerekir evlat."

evet tam olarak böyle bir şey hayal etmiştim ama irtifa kaybetmeyi çok fazla özümsediğimizden bir uçak içi muabbetten ziyade ruhsal, ekonomik ve seviye betimlemelerinde kullanır olmuşuz.
tam bu satırları yazdıktan sonra bir de irtifa kaybediyoruz kaptan yazdım ki bi nebze hayallerime yaklaştım.

    "-Göstergelerde problem var. Dikey hızı göremiyorum. Galiba irtifa kaybediyoruz. Kaptan’a haber verelim.
    Kaptan Marc Dubois: Neler oluyor
    Bonin: Hızı göremiyorum. Galiba irtifa kaybediyoruz.
    Dubois: Denizden ne kadar yüksekteyiz
    Bonin:  Ne demek denizden ne kadar yüksekteyiz... Anlaşıldı, hızı azaltıyorum
    Dubois: Kanatları dengede tutun
    Bonin:  Ben de bunu yapmaya çalışıyorum.
    Robert: Tırmanışa geçiyoruz
    Dubois:  Hayır... hayır sakın yükselme
    Robert: Kontrolü bana ver
    Dubois: Yukarı çekerken dikkat edin
    Robert: Dikkat mi etmeliyim
    Dubois: Evet dikkat etmelisin, 4 bin metredeyiz
    Uçağın bilgisayarı: İniş seviyesi
    Dubois: , Hadi çekin
    Bonin:   Çekiyoruz... çekiyoruz
    Dubois:  10 derece eğim..."

şimdi teknik bilgim olsaydı da bunu tamamlayaydım. pek isterdim açıkcası.

yaşanmış bir diyalogmuş. "ne demek denizden ne kadar yüksekteyiz.." den sonra ve hatta sırasında hiç bir küfüre suya sabuna dokunmadan bir nefes alıp "anlaşıldı hızı azaltıyorum" demek bambaşka bir şey olsa gerek.

kendimi bangi campink yapmış gibi hissediyorum. ben o kadar hızlı düşmüşüm ki iç organlarım bana yetişememiş gibi. onlar yukarda kalmış. ya da farklı frerkanslarda titreşiyoruz gibi. içimde organlarımı kontrol eden bir kontrolör gurubu olsa idi böyle bir konuşma yapsınlar isterdim.
bugün sabah işe gelirken tıklım tıklım otobüste adamın teki kalkıp beni oturttu yerine. inecek hemen sandım yok taksime kadar gitti. o kadar mı kötü gözüküyorum diye düşündüm bütün yol. birazında da uyukladım.
bir kaç gündür az uyuyorum. ondan olsa gerek. bi insana çok lazım bi şey varsa o da uykudur.


"-rüya gibi.
-rüya olsun ister miydin.
-evet."

tuhaf bir diyalog. hadi itiraf edelim. ama üstünde konuşmalayım. bazen üstünde konuşmayı sevmem.bazen çöpe atmayı severim. ama çöpü çıkarmayı sevmem. eve bir misafir geldiğinde en çok o veda anında eline çöp tutuşturma anını severim.
"ben çöpe attım. hadi sen de çöpü at."

bir yerlerde ciddi çeviri hataları yapıyoruz. elin adamı tek kelimede anlatırken biz paragraflar döşüyoruz. uzattıkça uzatıyoruz. huyumuzdur, uzattıkça konudan sapıyoruz. sonra bir anda "o değil de" koşuyor imdadımıza konuyu komple siktir ediyoruz. çöpe atıyoruz. çöpü dışarı çıkarmadığımızdan çöp kokuyor. her yeri bok götürüyor.
temizlemekten hoşlanmayanlar için benzin öneririm. ha bir de benzini alevlendirmek için zippo ile yakılmış sigaranın son nefesini tek geçerim. ama bu benim tercihim.

bence hayatın en büyük eksikliği "save" tuşunun olmayışı. bundan daha önce bahsetmiş miydim? o zaman zippoyada benzine de gerek kalmazdır. çöpler kokuşmazdı. hatta kokocak şeyleri çöpe bile atmazdık belki. ders almak değil de. hadi onu gördük bi de böylesini görelim deniyelim düşüncesi.

5 Eylül 2011 Pazartesi

nokta hikayesi

nokta koymam gereken bir sürü yeri boş geçtim.
üşengeçlikten mi bilmiyorum. ama koymadım.
hepsi elimde kaldı. hepsi birikti. ceplerimde kurşun kurşun ağırlaşıp kaldı.
bütün bu noktalardan kurtulmam gerekiyordu.
olur olmadık yerlere koydum bende. rehberimdeki insanların isim soyisim arasına boşluk yerine nokta koydum. (hayır tabikide bu durumun nokiadan önce siemens kullanmış olmamla ilişkisi yok değildi) sonra bir gün bir baktım rehberime birini kaydederken ok demeden evvel el çabukluğuyla noktaya basıveriyorum. hiç anlamı olmayan.
sonra bi baktım. blog da bazı yazıların başlıklarının sonuna da nokta koyuyormuşum. sırf bolluktan. yoksa başlık sonuna nokta konmaz. bilirim. bitireyim de rahatlıyayım diye uğraştım hep bilinçli, bilinçsiz.
ama elimde o kadar çok nokta vardı ki, böyle tek tek biticek gibi değildi.
dedim romantik bir cümle kurup sonuna diziveriyim...
3 ten fazla konmuyordu.
ucu açık manalı bir cümleye bitmemiş efekti vereyim dedim...
gene sadece 3 tane azalıyordu.

sözün bittiği yere hiç gerek yokken 3 nokta koydum...

...ve bambaşka bir şeye sırf arta kalan noktalar yüzünden başına 3 nokta koyarak başladım.
arası kopuk.

sayfa numarası hiç bir zaman koymadım. huyum değil. o yüzden okuyanlar hep aradan sayfaların kaybolduğunu, koptuğunu düşündüler. halbuki sadece malzeme fazla vardı. laf az. ondan böyle bir oyuna gidilmişti.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Pazartesi, 13 (Haziran ,1921)


Herşey yine panoramik görünüyor.

Bu ülkede renkler kötü. Herşey gri, çoğunlukla silinmiş mürekkep. Bir kez içine kırmızı bir ay koydukları zaman, sakin durmak için, yeterince saflık olmuyor. Bu yüzden hiç olmazsa içki bedava olmalı. Renkleri böylesi bir ülkede hiç olmazsa içkiye para verilmemeli...

...Arada bir resim müzesine gidiyorum. Rubens sefahatlarının et pazarında şimdi midem bulanıyor. Bundan ben de yeterinden fazla var, ama Tizian'a gelmeliyim. Burada öylesine koyulaştırımış bir ihtişam, doygun bir altın tonu, kuvvetli bir kudret sayesinde merhemsel bir huzur ve Shakespeare anıtsallığı. Van Gogh'un dediği gibi, bir yere bir sarı ev yapmalı, buraya düşünceleri olan cüsseli kişileri istif etmeli, bunlar da birbirleriyle nasıl anlaşacakları konusunda başlarının çaresine bakmalılar. Tiyatro gibi böylesine toplumsal bir şey tek tek noktalardan yola çıkarak ele alınmaz, burada bir uzlaşmaya gereksinim vardır.


brecht.

günlerden pazartesi

bu ara durdurma/duraksatma/dur/durağan/don(giyileninden değil/dondurma(yeneninden değil)/donma///stop!
aric-

sondaki ne be? dersen wheeeree is my mind?'ın başına bi daha bakıver yoksa nereye koyduysan ordadır diyeceğim.

son zamanlarda sürekli bir şeylerin bir yerde öyle olup kalıvermesinden bahsediyorum. kalıveriyor bir şeyler. sims oynuyomuşumda bir sürü karakterim varmış bazıalrını ihmal etmişim depresyone girip ölmüş gibi. sims öyle bi oyun değildi sanırım. popomundo vardı ama bir zamanlar bilir misin? hıh ondan olmuş işte. popomundo karakterlerim(çoğullar bunlar)den bazıları ilgisizlikten ölmüşler. bazısı alışverişkolik olup ölmüş, bazısını duş yap diyip unutmuşum büzüşüp ölmüş, bazısına yürü demişim hiç durmadan yürümüş, yorulmamış da dünyadan düşmüş. bence galileo bok yiyebilir dünya öküzün boynuzunda bir tepsi.
sonuç olarak neyseki tek bi karaktere tutunmuşum onunla ilgilenmişim de hayatta kalabiliyorum. hala oynuyorum. oyundan sıkıldığım kadar karakterlerinde ölmesine o kadar üzülüyorum esasen. tam bir kısır döngü.
yazıya başladığımda 6'ya 4 vardı. mesai bitimine 4 dakika. şuan 18:04. mesaim esasen bitti. ama gerizekalı olduğumdan çıkamıyorum. ben de zengin kalkışı yapma aşkı var ki seni beni egede kıyıya paralel ne kadar dağ varsa dele dele bodruma götürür. ofisteki bi çok kişi 7 de çıkıyor. o sebeplen onları bırakıp gidince arkamdan ağlıcaklarmış gibi mi hissediyorum nedir. çıkamıyorum.

boğazım ağrıyor.

bu ara en çok yakınılanlar listesine plazada çalışmak 1. sıradan girdi.
cam açamıyoruz. klima bütün gün. klima beni çarpar. kapalı alanda duramıyorum. temiz hava serzenişleriyle kriz geçiriyorum içimden. ama içimden.
çok fazla içimden konuşunca dışımdan konuşamıyorum.
çünkü sizlerle içimden konuştuğum kadar hızlı konuşamıyorum.
geçen utku başlarda anlamıyordum da zamanla anlamaya başladım dedi. düşündüm hakikaten çok mu hızlı konuşuyorum diye sonra yok yea ipek benden hızlı konuşuyor diyip işin içinden çıkıverdim.

başım ağrıyor.

ikinci sırada ise bütün gün bilgisayar başında oturmak var.
"evde olsan napacağdım" diyene ise pardon sürekli aynı havanın dolandığı suni yollardan temizlenen bi odada bütün gün bilgisayara bakmak cinnet sebebi derim. gözlerimi belerte belerte bakarım hiç de bi şey diyemezsin! ayrıca evde kitap neyinde bakıyorum. burdada kitap bakıyorsun dicek kadar özelime girmiş beni 24 saat dikizleyen sapığa ise "eşşek kadar borçlar kitabıyla günlerin köpüğü bir mi?" diye sorarım "benim oyumla dağdaki çocanın oyu bir mi?" diye soran aysun kayacı ifadesiyle.

ha bir de bu ara gün biterken bir rahatlama değil de bende hemen ertesi gün telaşı başlıyor bunu farkettim. resmen bu gün ne yemek yapsam derdi olan kadının bi level atlamış haliyim. bugünkü yemek yapılıp da sofra daha toplanırkenden başlıyorum yarın ne yemek yapsama.

neyse ben eve gideyim de bir erişte yapayım.

not: uykuyu düşünme hiç bugün daha pazartesi.

12 Ağustos 2011 Cuma

yağmursuz yazı

gök gürültüsü şimşek ve yağmurdan bahsetmeyeceğim. yok efendim gökyüzü sebepsiz bir iç buhranı kusarcasına ağlıyormuş, kederimi paylaşıyormuş, kimsesizlerin hüznüne ortak olupi lal olmuşların meramını dile getiriyormuş gibi hüsnü talillerde bulunmam. bunlardan dem vuracak yağmur romantizmi yaşayacak yaşı geçtim ben.

krizlerden bahsedeceğim.
tunalıda bir akordeoncunun yanında şarkı pazarlığı yaparken, yavaş çal be abi, dans ediyoruz şurda derken başlayan bir arbede..
çalan şarkı neydi? ömür boyunca sevmeye dair bir takım sözleri vardı ama şarkı sözlerini hiç bir zaman aklımda tutamadım ben. çalsa mırıldanırım. şimdi tam şuan da ama sen başla desen olmaz. siz başlayın, ben eşlik ederim.

oysa dünya duruyor aşık olunca.
durmuyor.

bir yerlerde erkekler kadın tenleri için pazarlığa tutuşuyor,
bir oda bir salon bir evde bir kadın kocasından ölümüne bir dayak yiyor.
bir kadın bıçaklanıyor.
bir çocuk dileniyor köşebaşında.
bir bebek ölüme terkediliyor çöplükte, cami avlusunda.
seyyar satıcıların tezgahları apar topar toplanıyor bir yerlerde.
insanlar 3 kuruş için birbirine saldırıyor bir alt sokakta.
ölümüne biber gazı sıkılıyor.
deli bir kriz tutuyor.
öksürük.
nefes alamama.

karanlık.

oysa dünya durmuştu ve biz nefes bile almadan aşıktık hani.
nerden çıktı biber gazı..
bu kriz.

titreme.

boğazımda hala bir adet kedi oturmakta. arada öksürmek suretiyle okşuyorum sırtını. bıyıklarını mırlayarak kaşındırıyor boğazımı.


7 Ağustos 2011 Pazar

tebdil-i mekanda ferahlık vardır.

gidersin.
dönersin.
her şey değişmiş olur.
hani demiş ya kavafis

"yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

bu şehir arkandan gelecektir.

sen yine aynı sokakta dolaşacaksın,

aynı mahallede kocayacaksın;

aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

başka bir şey umma-"

dönüp dolaşıp gelmek pek hayır değil. gitmişse insan dönmesin geri. çünkü giderken peşini bırakmayıp arkandan gelen şehir, aynen arkandan gelir de.. aynen kalmaz..

sevdiklerinin yüzüne tanımadığın mimikler oturur. seni dinlemez. seninle ilgilenmez. seni artık okumaz. eskiden ezbere bile bile baktığı satırlarken, şimdi okunmayan gazete köşeleri gibi olursun. benim için ekonomi sayfasıdır mesela. ama o öyle anlamayacağından da değil. tamamen okumamak istediğinden.

kapatır.

katlar.

koyar.

bazen bazı dinlenmemeler insana epey koyar.

12 Temmuz 2011 Salı

en attendant godot...


başıma gelen en güzel şey olacak.
o yüzden okumuyorum!


POZZO : Bir türlü... gidemiyorum.
ESTRAGON : Hayat işte.
VLADIMIR : Yanlış yöne gidiyorsunuz.
POZZO : Start için hız almam lazım..


basit bi dibe vurma geyiği değil. çok daha ötesi.

8 Temmuz 2011 Cuma

içinden konuşmak günah mı

ah... ah.. hiç bilmediğim ellerin sahibi..
hiç duymadığım sevgili beyin.
sen bu 4 kelimeyi yazdın sonununa soru işareti koymadan google da arattın.
ve sana bir kafirin teki, ben içimden konuşuyorum dedi.
hatta cürete bak! icimdenkonusmalar... çoğullar yani bir değil iki değil..


şimdi ver ellerini bana.
seni öncelikle kutsuyorum.
ekmek ye şarap iç.
ve diyorum ki.
içinden konuşmak caizdir.
gönül rahatlığıyla konuşabilirsin.
ben bu güne kadar konuştum hiç çarpılmadım. el parmaklarımda hafif bir çarpıklık var. eğer çarpılma elden başlıyorsa olabilir. ama onun dışında bir emare yok başka.


7 Temmuz 2011 Perşembe

yeni doğmuş kitap kokusu.


mutluluk!
geçenlerde raflarını internette paylaşmış çanakkalede bir sahafa denk geldim. o da nesi malina!!! geç bir saatti. gözümü kırpmadan sabahı bekledim. ertesi gün hemen aradım. "gerçekten malina var mı? dedim. "pardon siz gerçek misiniz?" dedim. evet biz gerçeğiz dediler sevindim. biraz daha kurcalayınca günlerin köpüğü ilişti gözüme tamam dedim ikisini sipariş edeyim gelsin. tam tamam dedim bir kargo parası uh. ama 100 üzeri alışverişlerinizde kargo bizden hımm..
evet bir alışverişkoliğin maceraları tadında bir kitap var. okumadım ama tahmin edebiliyorum. bu hikaye benden onun yazarına gitsin.
trajik ama evet 100'e tamamladım. sigara almak için evdeki 10 kuruşları toparlamaya didinirken tek celsede evet siparişi verdim gitti.

bugün geldi paket.
hepsine sarılmak istiyorum ayrı ayrı. herkesin bir takıntısı vardır. yadırgamamak lazım. kabullenmek lazım. böyle sevmek lazım. tek hayal kırıklığı, ben dostoyevski varlık ama eski varlık takıntısı bir insan olaraktan o varlıkları eski varlık gelecek umuduyla söylemiştim. ama olmadı.

..

insanları kurcalamamak lazım.
insanlar bozulur.
bu yüzden çocuk düşünmüyorum. çocuğunuzu kurcalamak zorundasınız. ben bozuk şeyleri tamir konusunda sadece rotring tamir etme aşamasındayım. bilgisayara bi şey olsa mesela. gözlerimi doldurur çevremden yardım isterim.
..

bazen iki insan ince bir ipte yürürken karşılaşır. ikisi ne yapacağını şaşırır. eli ayağına dolaşır ve ikisi de aşağı düşer.
düştüm. yere çarpmadım henüz. ama bir sıcaklık var yerden gelen. hadi bakalım.
-pardon magmada inebilir miyim?
-orası son durak zaten abla.
(dolmuşta gülüşmeler.)


3 Temmuz 2011 Pazar

bilgilendirme

lafın gelişi beni sürekli aynı yere götürdüğünden kendini tekrarlamamak adına geçici bir süre
servis dışı.

1 Temmuz 2011 Cuma

dışarısı


dışarda güzel şeyler olduğunu biliyorum. gidilmesi gereken filmler, festivaller, dinlenmesi gereken insanlar, şat yapılması gereken tekilalar, kırılması gereken rakı bardakları, alınması gereken kitaplar, denenmesi gereken kıyafetler... dışarda yaz var. gümbür gümbür bir yaz. arada kapanan havaya inat insanın kolunda amela yanığı yapan cinsten bir yaz var.
ama çıkmıyorum dışarı.
ben içerdeyim bu ara. üşenme değil. ama nebleyim. yeşilçam sinemasında negzel fimler varmış gelmiş geçmiş mesela ama haberim olmamış. yeni filme de bakamadım. baksam sanki ona göre program yapabileceğdim. aslında her şey o leyla erbilden 2 öykü oyununu kaçırmamla başladı. onu kaçırdım. sonra bir daha bir şeyi yakalayamadım.


son bir haftada taş çatlasa 50 sayfa kitap okumuşumdur.
peki ne yapmışımdır sorma çocuk sorma!


ne dicem. spoiler vermek gibi olmasın ama
temmuz geldi!!
im juli~

bu filmi de bu ara bir daha izleyesim var. bu ara eskilere dadanasım var.

"kaşık olmaca"


"temmuz geldi" dediğimde "mayıs ne zaman bitti la" diyen arkadaşlarım var.
haziranda ölmek zordu. kolaya kaçtım ölmedim. hadi bakalım gözler temmuzda.
o değil de sezar çohoş adam şimdi. sezarın hakkı sezara. adam cumhuriyet döneminde krallık ilan edip bu halk bana rex derse olmaz bunlar bana sezar desin sezar da kral demek olsun demiş bir reyiz.


evet o öldükten sonra sezar resmen adeta anlam değiştirmiş. bir dile damgasını vurmak hoş bir şey olsa gerek.
evet selam ben romadan büte kalma inancı sonsuz olan insan tanışalım mı?


içerdeyim..kapı kilitli değil.

29 Haziran 2011 Çarşamba

kitap ne işe yarar?

kitap çok fonksiyonel bir şeydir. okunmasa da. saçma sapan bir uyku hali her an yanı başında nöbette beklese de insanın. o ilk sayfa aralanır aralanmaz bir kilerin kapısını aralamışcasına içerden işler yağıyorsa bile insanın kafasına kafasına. bu ara kitap tam bir uğursuzluk silsilesi olsa bile kitap iyidir lazımdır. eviniz de bulunsun gençler. hiç değilse böyle işlerde falan kullanılıyor. ahaha.


evet duvar ünitesi yapar iken inanılmaz yararını gördük burdan özellikle iş bankası yayınlarına, iletişim yayınlarına ve bir de ilk etapta gözüme çarpan bir diğer cem yayınlarına teşekkür eder kokulu öpücük yollarım. ayrıca ordan bana bi "karamazov kardeşler"le "germinal" arası bi şey getir cümlesini bir insan kaç kere hayatında duyabilir ki. ahaha. evet evet o yer tam "oblamov"luk dedim mesela bir de sonra şu "şans oyunu"nu getir onu koysak denge olacak. "toplum sözleşmesi ayarında bi şey lazım" bu cümlelere günlük hayatta fazla rastlamayız evet ama kitabın bir diğer fonksiyonu da bu olabilir. kesinlikle olabilir.


son hali de şöyle bir şey oldu.


sevdim. çok sevdim. duvarın rengini zaten inanılmaz çok seviyorken dvdleri rafları epey sevdim yani. üstteki rafı odamda bir yere asmayı planlarken yea bunu da üstüne koyalım işte olsun öyle dedik oldu.
evet orda bir adet gurur duyduğum sony'nin ailemiz için ürettiği başka bir yerde görme şerefine nail olamadığım, yirmidokuzamaartıbidesıfır ekran televizyon. <3

velhasıl, değişim iyidir. tabii kontrolüm dışında olanları tenzih ederim. bugün trip'in tuvaleti değişti diye az şok geçirmedim mesela. değiştirmesinler olum. tuvaletler bile öyle kalsın. temizlesinler sadece. duvarları boyamasınlar.

not:"partnerinize küçük süprüzler yapın, bu onu sevindirirken ilişkinizi diri tutar" gibi fallar çıkıyor habire. neye nelere yorsam bilemiyorum.

28 Haziran 2011 Salı

ikea evinizin her şeyi!




ikea diyerek lafa başlamak istiyorum. evde ufak değişiklikler yapmak ya da evi baştan yaratmak için gidilecek güzide yerlerden biri bence. resmen adeta "ona küçük süprizler yapın" cümlesini gerçekleştirmek için uğranılası bir yer.
ikea negzel bir yer yahu. saatlerce bırak beni ikeaya yok vazgeçtim bırakma sen de gel. ben sana bak bunla bıd bıd yapılır bunla bıd bunla bıd diye saatlerce anlatayım. nasıl plan? elime o dandik ikea kaleminden ver ben orda bir yerde bi kağıt bulup buluştururup sonra başlasın eğlence. orda gördüğün her şeyi her objeyi yerleştirecek mutfak oturma odası yatak odası banyo ne istersen çizerim sana. saatlerce çizerim. sen hıh bunu beğendim diyene kadar çizerim.

ikeaya koy beni sabahtan. akşam gel sürükleyerek al.
ama doktor gözetiminde. yoksa ahhhh bu çarşafın deseni çook güzeeeeeğl diyerekten kafayı yiyebiliyorum. bir de herşeyden üçer beşer poşete atasım geliyor. şu raflardan bir sürü alalım odamın bütün duvarları raf kitap olsun negzel olsun demek suretiyle evi 8 kere kaplayacak şekilde raf alabilirim.

neyse kısıtlı zamanda az kendimi kaybettim. 5 dvdlik 2 raf 1 konsol ve ve ve en önemlisi kalpli buz yapacağı aldım. ahaha. evet evet kesinlikle en eğlencelisi kalpli buz yapacağı. bir akşam bana buyurursanız size kalpli buzlu viski ikram ederim. ki denemedim ama kesin çok hoş olur.

ikeaya sebebi ziyaretimiz salonda televizyonun olduğu duvarı hareketlendirmek atıl duran dvdleri bir düzene koymak falan filandı. içinde çizim tasarım olan şeyleri ciddiye alma huyu bana annemden geliyor. sağolsun kendisi bir mutfak çizimini bile her detayını kulpların çizgilerine varıncaya kadar aylarca düşündüğünden. aslında biz düşünmeyi tasarlamayı sever insanlarız. nebleyim öyle bi şey yapılacak olsunda biz çizim yapalım. 1/20lik taslaklar hazırlayalım. evet bunu seviyoruz.

evet alt tarafı 5 dvdlik, 2 raf, 1 konsol tek duvar ama olsun. bir sürü bir sürü tasarım!!
öyle mi koysak böyle mi koysakcılık oynamak.

sonuçta eğlenceli bi şey. önünde kağıtlarla bi kağıtlara bi duvara bakmak. ölçmek biçmek.

evet tam olarak yanlış meslek seçmişim. ben de arada farkediyorum.
ama aileden de geçmişim hani. bi boşanma mevzu bahis olsa donuna kadar alır cinstenim bence bir de. ahah.

not:son iki finalist bunlar oldular. çetin bir savaş verdiler. herkese sordum. çöp çektim. yazı tura attım. benim daha çok beğendiğim değil de diğeri çıktı hep ama ben yine de kendi beğendiğimi yaptım. evet bazen çok boşuna iş yapıyorum. elimde değil. düşerken son bir kez yalana. benimsin benim!

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...