16 Aralık 2011 Cuma

telefonu açtığından beri sesi bir mezardan geliyor gibiydi. beni burdan çıkarından ziyade üzerime biraz daha toprak atın dercesineydi. hoş beni burdan kurtarın dese de benim gitme yükümlülüğüm yoktu. içim rahat bir şekilde onu ölüme terk edebilirdim. garantörü değildim neticede. insan bir tek doğurduğunun garantörü olabilir. fatura yine adem ve havva çiftine kesilecekmiş gibi bir his var içimde.

aslını isterseniz, toprak kazmak bana göre değildi. hele yeni manikürlü tırnaklarıma göre hiç değildi. zaten neden aramıştım onu da bilmiyorum. yakın zamanlarda gerçekten bir mezara girerse cenazesinde içim rahat olsun istiyordum belki.

kurcalamadım. kurcalamayı sevmem. telefonu kapatmadan bir sorumlulukmuş gibi bir istediğin var mı diye sordum. ya da senin için yapabileceğim bir şey var mı gibi bir şeyler geveledim. halbuki bu soru bu tip insanlarda  neden daha derine gömmedik seni gibi bir anlam ifade eder. keşke daha derine gömülseydin de bu imil imil sesin bile sızmasaydı dünyaya. dünya içinde yok ediverseydi seni.

haksızlık bu yaptığım. çirkin tırnaklarıyla toprağı eşelediği yada ansızın parmaklarını mezarın dışına geçirip doğrulmaya çalıştığı yoktu. ben kendim kaşınmıştım. kendim arayıp yoklamıştım. yapmalıydım.
yok dedi. hiç bir zaman var demezdi. iyi bak kendine dedim. hiç aynam kalmadı dedi. konuşmayı uzatmaya çalıştığını düşünüp huysuzlandım. bu insanların en boktan özelliği buydu. bütün konuşma boyunca susar tam kapatacakken apır sapır laflar etmeye başlarlar.

gülümsedim. mizah anlayışını hep çok severdim zaten diyerek hayatımdaki yeri çok derinmiş gibi davrandım. bir isteğin olursa mutlaka ara dedim son bi telefonu kapatma gayretiyle ama için için yeni bir lafla beni yine hayatımda ona biraz daha yer açma külfeti altına sokacağını hissediyordum. yapmadı ama. hiç ses etmedi. ne tamam ne de başka bir cevap. kapatmadı da telefonu. alo dedim bir kaç kere yine cevap vermedi. al işte bu sefer de başka bir numara yapmıştı. sanki masa örtüsünü camdan aşağı silkelerken tam bir fotoğraf çekilmişti. hiç bir şey yere düşmeden. bütün ekmek kırıntıları, unutulmuş bir peçete, lekelerinden sıyrılmış domates çekirdekleri. hepsi beyaz masa örtüsünden ayrılmışlardı ayan beyan gözüküyorlardı. her şey donmuştu. ben ısrarla örtüyü defalarca silkiyordum ama çoktan üstünden düşüp havada asılı kalmış ekmek kırıntıları, unutulmuş bir peçete, lekelerinden sıyrılmış domates çekirdekleri bu masa örtüsünün bırak rüzgarını tokatlarını bile önemsemiyordu.

onlar öylece havadayken hiç bir şey olmamış gibi pencereyi kapatıp içeri de giremiyordum. tam anlamıylar herşeyle askıda kalmıştım. batamıyordum. çıkamıyordum. telefonu kapatamıyordum. evden çıkmam gerekti çıkamıyordum. öylece yaşamaya başladım. o mezarındaydı ve ben telefonda. dinleyebileceğim mercimek çorbası kokan nefesi dahi yoktu. çok kereler evine gitmeyi düşündüm ama lanet olasıca ahizesi spiral spiral yuvasına bağlı telefondan aramıştım. komidinin üstüne mıhlanmıştı yuvası ve ahizesi kulağıma. yapılacak hiç bir şey yoktu. küfürler ediyordum gecelerce, sabahlarca, gözümü kırpmadan öylece duruyordum. ondan başka hiç bir şey dinleyemiyordum. telefonum sürekli meşgul çalıyordu muhtemelen. kapım çalıyordu sık sık açmaya gidemiyordum.
yavaş yavaş yaşlanıyordum telefonun başında. o ise hızlı hızlı susuyor.

1 yorum:

beenmaya dedi ki...

sevdim bunu çok sevdim!

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...