11 Aralık 2011 Pazar

celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hayat ağacı

perçembe saat 11:45te utkuyla el ele sinemajestiğin önünde 11:30 filmlerine geç kalmışlık nefesinde gişeye "hangi film başlayalı daha aşırı fazla olmadı" derken başladı herşey. iki seçenek vardı. the tree of life ya da celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesi. ikisini de görmek istiyordum. gişedeki adam the tree of life bileti kesti bize koştur koştur salona girdik. 
film başlamıştı. sean penn cam asansörden aşağı doğru iniyordu yakaladığımda. o asansörden epey bir süre indi gerçi film süresince. 
belgesel faslı başlamamıştı. bu filmden önce bana biri hayat ağacı dese aklıma ilk gelen film the fountain olurdu muhtemelen. darren aronofsky bu filmi izledikten sonra yemin ederim benim aklıma gelmişti demiş midir bilmiyorum. ama ben darren aronofsky bu filmi izlerken yan koltuğunda oturan kadın olsam seninki de farklı bir bakış acısıydı görsellikten diyorsan adam sana fena çakmış derdim. o da muhtemelen ben sıkılıyorsunuz diye o sahneleri uzatmadım bilsem ben de daha çok kıl köküne kadar sokardım o kameraları derdi. ah darren aronofsky ah.. sus da filmi izleyelim derdim. bu arada darren aronofsky ile asla ismen hitab edeceğim kadar samimi olmak istemediğimi fark ettim az önce. zira ağzımı doldura doldura aronofsky demek benim için büyük bir zevk.
the tree of life dönecek olursak bi aşağıdaki videoyu açın siz.filmin anlattığı geyiklere değinmeyeceğim hiç baba oğul ve kutsal ruh demeyeceğim. ben filmin bana hissettirdiklerinden bahsedeceğim. zaten açıkcası o ölüm haberinden sonrasını izleyebildiğimiz için o faslı kaçırdım ve tam olarak ölen hangi oğul bilmiyorum. salonda önümüzdeki adam büyük oğul öldü dedi ama sean penn büyük oğlun orta yaşlı versiyonu. bütün bu akıl karışıklıklarını çözmeden film için "orta direk amerikan ailesinin yaşayış ve çocuklarının masumiyetlerinden sıyrılışlarına parmak basıyordu" diye şeyler söylemem. zaten düşündükçe bu film öyle bir yorum istemiyor. başka şeyler anlattım ben size onlardan bahsedin diyor. 

 
''neredeydin? bir çocuğun ölmesine göz yumdun. her şey senin elindeydi. sen iyi değilsen, ben neden olayım?''

ben size özellikle ilk yarısının bana adeta bir meditasyonmuş gibi geldiğinden bahsedeceğim. film ben de ekrandaki her şeye dokunma ihtiyacı uyandırdı. bütüm o kımıltılara hareketlere, balonlara, köpüklere, dumanlara... bazen perdedeki herşeyi avucuma alabileceğim kadar küçülttü zihnim. o hareketlerin elimin ayasını gıdıkladığını hayal ettim. bazense kendimi gördüğüm her patlamanın bulutlanmanın içinde düşerken hissettim. benim her şeye dokunma hissim doruklarda iken şöyle bir şey fark ettim ki elim ayağım titredi. film müzikleriyle bana dokunuyor. o an aşırı derecede tuhaf hissettim. hala dinlediğimde sahnelerin gözümde döndüğünü hisssediyorum. yavaş yavaş yakınlaştığım ve en küçük yapı birimine kadar indiğim nesneler geliyor gözümün önüne. patlamalar en baştan beynimde patlıyor sanki. dünya yeni baştan evrenin vajinasından kurtulup soğuyor, defalarca..

öğleden sonra 15:30 seansına da celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesine gittik. daha bir kaç hafta önce güneşin oğlunu izlemiştik. o sebepten midir nedir bir bülent emin yararın üstünden başka türlü bi entrika bekledik. nebleyim mesela utku vurucu bir konuşma bekliyordum dedi. ben o yemek masasındaki konuşmasını beklenen konuşma diye nitelemiştim ama beklenen konuşmaydı işte. beklenen şeylerdense beklenmedik şeyleri tercih edergillerdeniz biz. 

Bazı insanlar yaşadıkları dünyadan sıkılırlar ve dünyayı değiştirmek isterler, dünyayı değiştiremeyince dünyalarını değiştirirler.

onun dışında hoştu. aile doğuştan biz daha bilmeden istemeden kaydımızın çat diye yapıldığı bir müessesedir görüşünden yola çıkılmış katilin maktulün herkes tarafından bilindiği ama cezayı kimin çekeceğinin sonuna kadar didik didik aranan hoş bir kara mizahtı film. sanırım onur ünlü filmlerinin en çekici yanı da bu. ha bir de ben en çok kamuran ninenin intihara teşebbüsünü sevdim. o giderken perdeyi açan polisteki doğallığa ise bayıldım. 


not: leyla ile mecnun izlemiyorum. 
not2:her şey iyi hoş da the tree of life le ilgili şunu itiraf etmezsem gözüme uyku girmeyecek. ben filmi izlerken 3 kanallı bir film de zap yapıyor mış gibi hissettim. bir kanalda belgesel, diğerinde amerikan dream ötekinde yorucu iş hayatını ele alan bir film yayınıyla cumartesi gecesi tv8i. paralelliği tartışılır bu üç kanal ben isterdimki geçişleri olsun. kelime oyunlu cin cümleler gibi karesel geçişler barındırsın. bu konuda the fall gibi şeyler olsun. nebleyim anne kelebekle oynarken kelebek kanadından bir deniz dalgalansın. bebeğin ayağındaki çizgilerden çöller doğsun gibi şeyler isterdim. 
not3: ben dünya oluşumu ve gelişimi sırasında her patlamada, her köpürmede, her ateş topunda milyon tane insan yüzü gördüm. 3 kişi ve onuların alt üst soylarından ibaretti. karl marx, dostoyevski, oğuz atay.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...