30 Mayıs 2011 Pazartesi

bu ne biçim hikaye.

az evvel mini cv yazdım. evet yazın part time iş günlük 50 teleden başlayan ücretlerle ilanını görünce bi heyecanlandım tabi. iş tanımı nedir diye sordum. istanbulda böyle işler risklidir genelde. hemen atlanmamalı. ama bu ilanı sağlam bi yerden buldum. ondan değerlendirilebilitesi yüksek idi. direk sen cv gönder bi bakalım dedi "ne dangalak heriflersiniz lan!" demek istedim içimden. cv istediğim bi işe gönderirim ne olduğunu bilmediğim bi işe ne diye göndereyim? organizasyon işlerinde ikili ilişkilerde başarılı birini arıyorlarmış. hey yarabbim. neyse istanbulda çalıştığım işleri falan yazdım. sonra insan ilişkilerinde başarılı mıyım lan ki acaba diye düşündüm. bir başarısızlığım olmadı aslında bu güne kadar ama dil din ırk mezhep renk gözetmeksizin 4/5inden nefret ettiğim insanlarla neden iyi ki lan benim ilişkilerim diye düşünmeden edemedim. ekmek parası naparsın be abla dedi içimden biri kötü kötü baktım.

kitap satmaya tekrar başladığım şu melun günlerde olmasak o cv mailinin sonuna bir de ne dangalaksınız yazardım da üçer beşer kitaplarım gidiyor. üzülüyorum.
bir de aslıhandaki adam "hımmmm neden satıyorsun ki hımmmmm hııııı hepsineee hımmmm işteee 20 lira veririm" diyince insanın boğazında bir şey şeyoluyor. tek tek satmak lazım. öyle daha pahalı gidiyor.





o değil de melün

28 Mayıs 2011 Cumartesi

"bazen bir kadeh şarapla sarhoş olacak kadar mutsuz ve yalnız oluyorum" dedi kadın.
adam sadece baktı. anlamadı. hiç bir zaman anlamadı. kadının saçlarında elini gezdirmek istedi. ama eli uzanmadı. hiç uzanamadı.

27 Mayıs 2011 Cuma

ululardandaulubilgeyesorular

-zamanın geçtiğini nasıl anlarız ulu bilge?
-öncelikle zamanın izafi bir kavram olduğunu bilecek bir olgunlukta olduğun için seni kutluyorum minik yavrum. zamanın geçtiğini kelime/cümlelerden anlarız. bazen bazı kelime/cümleler anlamını yitirir ya hani. anlamsızlaşmak değil bahsettiğim. anlamı değişir. bir zaman sahip olduğu anlamı ondan yavaş yavaş sıyrılır. tıpkı fasulyenin çimlenmesini gösteren resimler gibi. işte o zaman anlamalıyız ki zaman geçmiştir, değişmiştir. artık saat 3'ü değil 4'ü geçmektedir.

26 Mayıs 2011 Perşembe

ayakkabılı yazı

insanları olduğu gibi kabul etmeyi evvel zaman içinde kalbur saman içinde öğrendim. burdaki tekerleme öğrenmenin bilinmezliğini anlatıversin bize. yine aynı zaman tanımıyla sabırlı bir insan olmayı da o civarda öğrenmişim diyelim de bugün sabıra değinmeyeceğiz.

kabullenmek.
kabullenmek bir boyun eğme tadı verse de yapısı gereği öyle değil bak. bahsettiğim şey değiştirmemek. yani az konuşaydın, romantik olaydın, kıskanç olmayaydın, kitap okuyaydın, arayaydın, mesaj ataydın, istanbulda olaydın, avrupa yakasında olaydın, biraz evde oturaydıni herkesle konuşmayaydın, şerbetli tatlı sevmeyeydin, midye seveydin, soğan yemeyeydin, tiyatro seveydin gibi özellikleri diretmemek gerek. tamam bu da böyle biri demek. umursamazlığa da vardırabilirsin sen bunu da vardırma şimdi.

bak burada kısa bir anımı paylaşayım seninle. yıl geçmiş zamaniçinde bir eğlence yılı. bir resim atölyesine gidiyorum o zamanlar. erkek arkadaşımla ilişkinin artık gitmemeye başladığı dönemler. beni atölyeye bırakmış ben o sinirle resim yapmaya debeleniyorum. el açma için yapılan çalışmaların gözüne vurmuşum. akabinde durulmuş karşımdaki üzümleri sakin sakin çiziyorum. arada burnumdan süzülen bir yaş bütün emeklerimi piç ediyor falan. derken odanın kapısında küçük bir kız beliriyor. hafif yaklaşıyor. "sen neden üzgünsün" diyor. bakıp gülümsüyorum. burnumu çekiyorum. "erkek meselesi mi?" diyor. diğerinden bir boy büyük gülümsüyorum. ve vurucu cevap geliyor:
"amaaan üzüldüğün şeye bak dışarda bissürü daha var biri olmazsa biri olur"

ah be küçüğüm hangi anaokulunda öğretiyorlar bunları size?
bana neden öğretmemişler bunu? haklısın be küçüğüm. bak dışarda bir sürü var. elimizdekine bir kil muamelesi yapmak onu en baştan şekillendirmeye kalkmak da neyin nesi değil mi?
ah be küçüğüm bak ne geldi ama aklıma. o küçük kız olmadığı için sana soruyorum bak iyi dinle burayı. senin hiç çok beğendin de numarası olmadığından bir numara büyük aldığın ayakkabın olmadı mı hiç? yada sıksa bile sırf o rengine kanıp da satıcının "yarım numara büyütürüz abla demesine" aldandığın? yokmuş çünkü bitmiş. kalmamış hiç o ayakkabının 38i. ve ben ondan rahat rahat giyilir diye 39una da tav oluvermişim. ama o beni yarı yolda bırakır olmuş.
evet bu ara mütemadiyen bir külkedisi edasıyla merdivenlerde ayakkabı bırakıyorsam ve arkamı toplayan bir prens olmadığından seke seke dönüp ben alıyorsam sebebi bu.

bazen bazı şeyleri olmayacağını bile bile alır insan.
ve o ayakkabıcılar hiç bir zaman yarım numara açamaz o ayakkabıyı, ya da küçültemezler. yapamazlar. yapamadılar hiç.
tam olmadı.
bir şeyler eksik ya da fazla oldu. pamuk doldurdum önüne kurtarmadı. ama çok sevdim ben rengini dedim bütün gün çile çektim.
söyle bakalım küçüğüm, ah küçüğüm yok değil mi sahi sen söyle bakalım neden ben o numarası tam olmayan ayakkabıya eyvallah dedim?
bana ayakkabı mı yoktu? dışarda bir sürü değil miydi?

sakın bana soruyla cevap verme. önce ben sordum. sen bunu cevapla, sonra geliriz o büyük ya da küçük ayakkabıyla rahat mıymışım, mutlu muymuşum meselesine.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Nikotin.

boş zamanlarımda sigara içiyorum. ve acıktığım zaman patlıcan yapıyorum. ahhaha.

şimdi hanımlar kağıt kalemlerinizi hazırlayın size mükemmel bir tarif vereceğim.
hem mükemmel hem çok kolay.
ihtiyacımız olan tek şey tost makinası, patlıcan, yağlı kağıt(yoksa bulaşık yıkama aşkı da aynı yeri tutuyor) zetinyağı, tuz.

evet tost makinasını kızdırıyoruz. yağlı kağıdı içine seriyoruz. sonra soyup ince ince doğradığımız patlıcan dilimlerini kağıdın arasına koyuyoruz. en az 10 dakikaç yumuşuyana kadar bekliyoruz. artık o tost makinasının gücüyle ilintili. sora bir kaç damla yağ döküyoruz üzerlerine biraz daha kapıyoruz. ve sonra ta taa! muazzam.
isteğe göre domatesli sos yapılabilir. onunda tarifini vermeyeyim artık.
güzel ama. kızartma gibi desem değil böyle bambaşka çok hoş.
nikotin iyidir.

sabah uyanıp çilek yiyorum. öğlen çıkarken çilek yiyorum akşam gelince patlıcan yapıyorum. böyle bir hayat gidiyor son 3 4 gündür. hadi bakalım.

bir de patlıcanla ilgili şöyle bir cümle var.

"Doğada patlıcanı besin olarak tüketen tek canlı insandır. Bunun nedeni insan bünyesinde az miktarda nikotin bulunmasıdır."


ha bir de neden ben sürekli "miiiişeeeel mabel may mişeeel" diye başlıyorum?

22 Mayıs 2011 Pazar

-ya şu telefonu aç ya sesini kıs ya da kapat! zevk mi alıyorsun?
-hı?


6 cevapsız arama. telefon tam da yanıbaşımdayken.

düşüncelerehapsolmaca, programlı bir oyun değil. bazen o kadar yok oluyorum ki yaşlanmıyorum bile.

19 Mayıs 2011 Perşembe

bizim büyük çaresizliğimiz.



geçen pazar ben 21.30 beyoğlunca oynuyor sanarken ben meğersem 21:15miş. böyleliklen ilk 10 dakikasını kaçırdım aslında.

bir türk filmini ingilizce alt yazılı izlemek de bir garip açıkcası. evet filmle ilgili diceklerim bu kadar.


bizim büyük çaresizliğimiz ise topuklu ayakkabı.

bugünün tarihi akıllarda kalsın! unutulmasın. net 13 saat. ki bunun son 15 dakikası koşu onunda son 5 dakikası engelli koşu tadında idi.

iş kadını olmak zor iş.

masa başı iş en çıldırtanı.

şimdi ben böyle diyorum da rahat yaramıyor bana o sebepten. ahaha. bütün gün oturup kitap okuduğum için bana 40 tl veriyorlar aslen. iyi iş. ama sorun bütün gün olması. bütün gün sabah 7 akşam sonsuz. insan üzülüyor.


yolculuğumuz ise tam olarak gecenin sonunda...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

andriyan..

/uzun zaman önceydi hepsi. andriyan çok uzun zaman önce girmişti hayatıma. çok uzun süre önce yazmışımdır bunları. ama yine kurcalamaktadır aklımı. çünkü hala gelmemiştir. ve bu yazının şimdi yayınlanması bir nevi kayıp aranıyor ilanı niteliğindedir./


Işık söneli tam iki saat on üç dakika oldu. Çoktan hatasını anlayıp geri gelmesi gerekirdi. Kendini naza mı çekiyor yoksa gerçekten mi çok kızdı anlamak oldukça zor. Zaten kafam da allak bullak. Bizi neyin bu hal getirdiğini, neyin beni bu karanlıkta bırakacak kadar karattığını düşünüyorum son iki saat on dört dakikadır. Hiç bir soruma cevap bulamıyorum, soru işaretlerim ellerimde ufalanıyor. Bu kadar karmaşanın tozun içinde bildiğim tek bir şey var o da en uzun ayrılık bu bir tartışma sonrası yaşadığımız…

Daha önceleri de oldu minik tartışmalarımız hayatımızda hep bulundu. Fikirlerimiz uyuşmadı, birimiz doğuya gitmek isterken diğerimizin batı sevdası hiç bitmedi. Bazen hiçbir yere gidemediğimiz olurdu sırf bu inatlaşmalardan. Gerçi dinlediğimizde birbirimizi çoğu zaman ortak bir yön bulurduk. Karartmazdık hiç... Hatta bazen benim gökyüzüne gidelim diye tutturduğum olurdu. Bu ciddi adam için büyük çocukluktu. Bazen beni fazlasıyla çocuksu bulurdu, çocukları çok sevdiğinden aslında büyük bir sorun yoktu. Çocuk olduğumda bile beni hep dinler ama mutlaka dinler, anlardı. Hiç olmazsa anlamaya çabalardı. En olmadı anlamış gibi yapıp alaycı ama içten bir gülüş atardı.

Genel olarak konuşmalarımızda, -tartışmalarımızda- hep beni ikna etmeye çabalardı. Ona göre çocuk kabuğundan çıkartılıp büyütülmesi gerekendim ben. Ve o da bunu en büyük amacı edinmişti. Büyütmek zordu beni ama ikna konusunda oldukça başarılıydı. Özenle seçtiği kelimeler yalan yanlış bile olsa bazen sırf büyüsünden itiraz edemezdim. Çoğu zaman saatlerce konuşurdu ve bu konuşmanın çabanın ödülünü kabullenişimi büyük bir gururla izlerdi. Bana karşı kazandığı zaferleri-davaları- hep ayrı tutmuştu biliyorum. Ve aslında benim insafımlaydı. Bizim kurduğumuz mahkemelerde hakim de davalı da hep bendim. O en tatlı kelimelerini en saklı köşesinden çıkarır huzuruma delil olarak koyardı ki; o kendi davasına öle inanırdı ki, inanmış, ikna olmuş gibi yapar, gülümser, emirlerini yerine getirirdim.

Ama bugün Andriyan hiç olmadığı kadar sinirliydi ve ben onun hiç alışkın olmadığı kadar inatçı. Bugün ısrarla çıkarmadım üzerimden şımarık küçük kız kostümümü aslında benim değildi hiç yakışmamıştı da ama bugün… Çıkaramadım işte… Ve Andriyan için hayattaki en dayanılmaz kılıktı bu sinirli olduğu anlarda. Sakin zamanlarında olsa belki, belki o zaman uğraşırdı, hele hafif çakır keyifken, en nazlı şımarık kızın bile nazını çekerdi. Ama bugün… ah ben! Onu bu kadar iyi tanıyan ben… Çıkaramamıştım bu kostümü… Andriyan bu güne kadar benimle hiç tanıştırmadığı biri kılığındaydı… Gittikçe yabancılaşıyordu... Her zamankinden daha da kararıyordu… Uzaklaşıyordu…

Andriyan kapıyı çarpıp beni karanlığa emanet edeli iki saat kırk altı dakika oldu.
Geri dönmeliydi. Özür falan beklediğim yok. O kara adam hiçbir zaman özür dilemedi. O kara adam kapkara ceketi ardına saklanır, az evvel evrene attığı kapkara sözlerin affı için hiç uğraşmazdı. Özür kelimesi yoktu sözlüğünde, yerine hep hazır kullanılmayı bekleyen sağ cebinde sessiz kelimeler taşırdı. Suskunluğu sayılabilirdi bu kara adamın en büyük özrü… Onun dışında özür kelimesi hiçbir zaman sesli harfleriyle dökümlememişti dilinden. Hep aksi bu kara adam hep çatık kaşları… Ama yine de…

Ben Andriyan’ı anlamayı çok önceden öğrendim. Daha ilk gördüğümde tanıdım onu ben. Karanlığıyla beraber ilk anda sevdim. Beni seçsin, en güzel kelimelerini benimle yazsın en güzel çizgilerini benimle bıraksın istedim…

Aylarca o masanın sağ tarafındaki komedinin ikinci çekmecesinden izledim onu. Her an daha fazla hayran oldum bu kapkara adamın kapkara duruşuna. O görmezdi beni belki hatta burada olduğumu bile bilmezdi, fark etmemişti.

Bazen bütün gece yazar, çizer, olmaz istediği kelimeleri seçememenin aradığı cümleleri kuramamanın siniriyle kâğıtlara saldırırdı. Hepsini buruşturur atardı. O denemelerinde, buruşturduğu kâğıtlarında ne yazdığını bir tek kendisi ve o an elinde olan kalem bilirdi. O kalemin en büyük cakasıydı. Hiçbir şekilde anlatmazdı andriyanın sıkıntısını. Sırrını hep saklardı. Bu nedenle andriyana çok nadir gelen o anlarda aradığı bulmak istediği kelimeleri, o an onu o kadar sıkan hikâyeyi hiç bilemezdim. Sadece o anların verdiği sıkıntı okunurdu yüzünden. Aslında ben en çok o anlar isterdim andriyanın elinde olmayı. Andriyan öyle gecelerde fazlasıyla sinirli olurdu, kimse ona yaklaşmak istemezdi. Ama ben o kadar emindim ki onun aradığı kelimeleri bulacağıma, onu o kadar iyi anlamıştım ki…
Bu kara adamın ardında, en dış duvarın az içinde, merkezden fazlaca uzakta gri bir sis vardı. Kendini öyle saklardı ki, bu sise ulaşmak, görmek, dokunmak bile büyük maharetti hem siz ölümlülerin dünyasında hem de bu çekmece halkı arasında.

Onun beni ilk tanıdığı gece mesela… Herkes o geceyi o geceki andriyanı fazlasıyla sıradan bulmuştu. Ama ben kapıyı açmasıyla anlamıştım büyük bir terslik vardı o gece. Çekmecenin aralığından gözüme giren ışıktan zar zor seçebildiğim kadarıyla kara adamın yüzünde gördüğüm manzara onun en kara hallerindendi. Belki de en karasıydı. Gözlerinin etrafında her zamankinden de derin bir belirsizlik vardı. Ve yine kızgın mı kırgın mı şaşkın mı hiç anlaşılmıyordu. Bin bir duygunun bin bir kıvrımı vardı yüzünde ve o gece hepsi sözleşmiş gibi kırışmıştı.
Sanki sabah Andriyan çıktıktan sonra derin bir uykuya dalmışım, yüzyıllık bir uyku uyumuşum, yüz yıl sonrasının gecesine uyandığımda bu karşımda duran yüzyıl yaşlanmış Andriyan!

Ne olmuştu Andriyan'a. Ne bu hale getirmişti onu? Şu azıcık aralık çekmeceden de hiçbir şey gözükmüyordu ki… gerçi kimse de ilgilenmiyordu andriyanın yüzündeki kırışmış çizgilerle. Ansızın vurmuş, andriyanın karanlığını daha da çok karalayan gölgeyi kimse fark etmiyordu. Fark etseler bile hiç kimse aldırmıyordu. Bir bendim meraklı o gece… 
“biraz itsek, açılsa şu çekmece..” 
            ama hiç biri yanaşmamıştı. Andriyanın karanlığındaki karartıyı pek umursamamışlardı. Aslında ben yeni sayılırdım o zamanlar aralarında. Hepsi daha önceden andriyanın yüzlerce halini görmüş olmalıydı. Benden önce ben bu çekmecedeki rolüme kavuşmadan önce defalarca karanlıklar tutulmuştu andriyanın karanlığında ve artık sıradandı birçoğu için bu kopan fırtına…

“ama bu başka biliyorum… Hissediyorum… andriyanın, bu kara adamın karanlığındaki sis bile karanlık bu gece görüyorum…”

Odanın tam ortasında birkaç dakika duraksamıştı andriyan. Odayı aydınlatan ışıkla arama girince daha rahat görmüştüm. En güzel o an inceleyebilmiştim onu. Sonra tam tahmin ettiğim gibi gelip oturmuştu masanın başına… Gözlerinde belirgin bir dalgınlık vardı. Her zamanki gibi sigarasını ceketinin cebinden çıkarıp masanın üstüne bırakmıştı. Yeni bir paketti! Günün ilk paketi değildi, yüzünün hüzünlü kıvrımlarndan biri fısıldamıştı, çok sigara içiyordu bu ara. Vakit geçirmek ister gibi paketle bir süre oynayıp döndürmüştü. Yaptığının saçmalığını kısa sürede fark edip paketi özenle açmıştı. İçinden ona göz kırpan bir tanesini kırpılan gözü hiç fark etmeden seçip dudaklarıyla kavuşturmuştu. Çakmağını ceketinde unutmuştu. Pek şaşırtıcı bir dalgınlık değildi. Ceketini aramak zor gelmişti, ya da kırmızı büyülü siyah çakmağından ilk paketini bitirdiği sıralarda ayrılmış olmalıydı. Kaybetmiş olması daha olasıydı. Bunu ona sorma fırsatını hiçbir zaman bulamadım. En sevdiğim çakmağıydı o andriyanın, gece karanlığının üstündeki minik yıldızların kırmızı parıltısı gibiydi. Andriyan için o kadar da özel değildi büyük ihtimal çünkü yokluğunun pek üstünde durmamıştı. Aslında bu gün üstünde durulacak daha önemli şeyler olduğundandı belki de. Kırmızı büyülü siyah çakmağını unutmuştu.

Çekmeceden bir kibrit alıp duraksamadan yakmıştı. Kibritin ucunun zavallıca yanışını bir süre izlemiş sonra dudaklarına değen sigarasına bakmıştı. Nedensiz bir kıskançlık doğurmuştu bu bakış içimde… neyseki ömrü benden fazlaca kısaydı. Ömründen ilk nefesi çalarak yakmıştı andriyan sigarasını. Gözlerini bir süre belirsiz, benim göremediğim bir noktada oyaladıktan sonra ne yapacağını bilemez bir havada aniden pencereyi açmıştı.

Mevsimin kararını kıştan verdiğini unutmuş olmalıydı andriyan o gece. Kar soğuğu taşıyan havayı doldurmuştu odaya. Titremiştim aniden. Tutmaya çalışsam da bir hapşırık sesi kaçmıştı çekmeceden. Andriyan duymuş olamazdı. Bir ölümlü duyamazdı bizim hapşırıklarımızı, tıpkı kahkahalarımızı, çığlıklarımızı, hıçkırıklarımızı duyamadıkları gibi… Ama o aniden dönüp bana –çekmeceye- bakmıştı. Sanki üşüdüğümü duymuş, hissetmiş anlamış gibi pencereyi kapatmıştı.

Sigarasının ömrünü biraz daha kısaltarak defterine gitmişti eli. Masası fazla düzenli sayılmazdı ama en azından kullanabileceği kadar bir boşluk vardı önünde. O gece her zamankinden çok istemiştim beni seçmesini, o gece herkesten fazla dilemiştim hikâyesini bana anlatmasını. Aklındaki kelimeleri benimle yazmasını. Hikâyesini ilk önce ben bilmeliydim…

Andriyan garip bir isteksizlikle çekmeceye bakmıştı. Yavaşça eli çekmeceye ilerlemişti. Eli bakışlarından daha hevesliydi yine de büyük bir tereddüt vardı yüreğinden yansıyan.

O an bütün çekmece halkı nefeslerini tutmuştu. Fazlaca heyecanlı bir andı. Hiç kimse kıpırdamıyordu bile. Herkes merakla andriyanın kararını bekliyordu.

Hızlı bir dedikodu furyası başladı. Birkaç haftadır gözdesi olan şu yeşili mi seçecekti yine? Belki andriyan farkında değildi ama haftalardır hep eli ona gitmişti. Yeşil kaleme sorarsanız tartışmak yersizdi. Bu gece de yine aynı şey olacaktı. Şüphesi bile yoktu andriyanın kararından. Andriyan bu heyecandan ve bekleyişten habersiz. Hızla açmıştı çekmeceyi.-kısa bir baş dönmesi- hiç birimizin heyecanını duymamıştı, görmemişti. Onun suçu değildi bu tabi ki de. Hiçbir zaman görmemişti ve göremezdi de zaten. Rasgele bir kaleme sürüklenmişti eli. Fazlasıyla umursamazdı. Ve dokunduğu kalem ben değildim. Andriyan büyük bir hata yapmıştı. Beni seçmeliydi!
O gece o sisi karartan, içindeki karartıyı bile karalayan, gölgeleyen hikayeyi bana anlatmalıydı andriyan ben bulmalıydım ona en güzel, en doğru, en büyülü kelimeleri. Benimle yazmalıydı hikâyesini!
Ama o, o gece fazlasıyla eski birini seçmişti. Eski bir dosttu belki de bu gece aradığı ve ben yeni olduğum için hiç aldırmamıştı bana. Onun beni tanımıyor bilmiyor olması benim onu anlamayacağım anlamına gelmişti bir anda. Ya da belki de andriyan bunları hiç düşünmemişti. Zaten fazlaca umursamazdı o gece.
Karar andriyanındı nedeni ne olursa olsun. Elimden hiçbir şey gelmemişti. Çekmeceyi ittirdiğinde benim dışımda bütün çekmece halkı kendi işlerine dönmüştü. Ama ben o minicik aralıktan andriyanı izleyen gözlerimi çekememiştim.
Andriyan’ın yüzündeki öfke kıvrımı daha belirginleşmişti. Sigarasından derin bir nefes alıp defterinin sıradaki sayfasından çok sonraki bir sayfaya dikmişti gözlerini. Ve o lacivert kaleme sarılıp anlatmaya başlamıştı hikayesini. İçimde öleli-söneli- birkaç dakika olmuş ama hala sinsi özlemi –dumanı- tüten sigarasına duyduğum kıskançlıktan çok, çok daha büyük bir duygu oluşmuştu o lacivert kaleme karşı.
Ona dokunuyordu. Elinin bütün sıcaklığıyla ona sarılmıştı. Onunla konuşuyordu.

Andriyanın kaşları daha da çatışmıştı birkaç dakika sonra andriyan birkaç kelime yazıp karalamıştı. Devam etmek istemiş yine olmamış bu sefer öfkeyle buruşturup atmıştı. Sıradaki sayfalarında kaderi hep benzer olmuştu. Andriyan hepsinin başına bir kaç kelime yazıp terk etmişti. O an içimdeki kıskançlıkla birlikte acıma uyanmıştı. Andriyan fazlasıyla sinirliydi. Uzun zamandır olmadığı gibi. Hiç huyu olmamasına rağmen lacivert kaleme fazlasıyla yükleniyor hatta eziyet diyordu. Kelime bulamıyordu andriyan. İçindeki her neyse onu dökemiyordu. Bulamadıkça daha da çok sinirlenmişti.
Aslında şimdi düşünüyorum da, o gece andriyanın zulmüne acıma melodisi altında bile o lacivert kalemi suçluyordum. Andriyanın kelimelerini yazamayan oydu! Andriyan’da değildi suç. Andriyan anlatıyordu ama o lacivert kalem fazlasıyla yeteneksizdi. Bulamıyordu andriyanın kelimelerini. Oysa ben olsam andriyanın elindeki… Yazardım. Zihnimdeki en güzel kelimelerin tek tek kapısını çalıp, En büyülüleriyle bana bahsettiği hikâyeyi, düşlerini, o geceki öfkesini, karartısını… Hepsini anlatırdım.

Saatin akrebi on ikiye veda edeli fazlasıyla olmuştu. Andriyan hala net bir şeyler yazamamıştı ve paketindeki sigaraların yarısından çoğu tükenmişti.

Odanın havasından sıkılmış olacaktı ki önce camı açmıştı sonra bununla yetinmeyip -yetinemeyip- pencereyi kapatmaya gerek duymadan içeri gitmişti. O odadan çıktıktan sonra birkaç kar tanesi geçmişti pencerenin önünden. İçeri sihirli bir rüzgâr süzülmüştü eski perdeyi havalandırarak. Önceleri sakin görünen bu esinti lacivert kaleme yaklaşırken uzun süreli bir öfkesini anlatıyor gibi hırçınlaşmıştı. Lacivert kalem minik rüzgârın bağırtısına hazırlıksız yakalanmıştı, dayanamamıştı ve hızlanarak masanın ucuna doğru bir yolculuğa çıkmıştı. Rüzgârın son çığlığında kendini boşlukta bulmuştu.

Yere fazlaca sert vurmuştu. Rüzgârın çığlığını bastırmasa da iç acıtıcı bir feryat duyulmuştu. Lacivert kalemin yere çarpma sesi duyulduktan kısa bir süre sonra birkaç kar tanesi daha süzülmüştü pencereden ve en sonuncusu sanki bana göz kırpıp havada erimişti. O an hiç fazla ciddiye almamıştım. Sadece içime bir ışık saçmıştı o kar tanesi.

Rüzgâr bütün hırçınlığını toplayıp yerine tatlı hoş, yaz esintisi gibi beni bile üşütmeyen bir serinlik bırakıp, perdeye son bir kez daha dokunarak gitmişti. Rüzgârın bu sevgi solu vedasından hemen sonra andriyanın ayak sesleri duyulmuştu koridorda.

Elinde şarap şişesi vardı. Derin bir iç çekiş eşliğinde masaya oturmuştu. Ona bir şeyler anlatmasına izin vermeyen kırışıkları doldurmak için birkaç defa su çarpmıştı yüzüne. Damlaları hala saç diplerindeydi. Şarap şişesini dudaklarına götürüp yitirdiği çakmağın büyüleri rengindeki şarabı büyük bir açlıkla yudumlarken, saçlarından ona hayran bir damlayla vedalaşmak zorunda kaldı. Bu vedalaşmadan andriyanın haberi olamadı tabiî ki. O hikâyenin çok kısa bir bölümüne tanık olmuştu ve asla bilemeyecekti sonunu. Andriyan onun hüzünlü vedasını hiç duymadı. Damla yere düşüp daha küçük damlalara kırıldığında andriyan şişeyi masaya bırakmıştı, gözlerini defterine dikmişti.

Boş bir sayfa açıp onu diğerlerinden ayırmıştı. Andriyan o gece çevresindeki çığlıklara karşı oldukça duyarsızdı. Hiç sormamıştı o yaprağın diğerlerinden ayrılmak isteyip istemediğini. Merak etmemişti çünkü. Çünkü aslında hiçbir şey önemli değildi o gece andriyan için.

Ama ayırdığı yapraktan onu fazlasıyla onurlandırarak özür dilemişti andriyan. Yine sessizliğini konuşturmuştu. Karanlık bakışlarını bırakmıştı yalnız ona. Hiç konuşmadan yazmadan bir araca ihtiyaç duymadan kâğıdın boşluğunda bir süre gezdirmişti gözlerini. Kâğıda dokunmuştu. Bir süre huzur dolu bir sıcaklık hissetmiş sonra eli yanmış gibi bir ifade gelmişti yüzüne. Söndürür gibi buruşturup atmıştı. Sanki hiç kalemsiz anlatmıştı yazmaktan belki yazarsa somutlaşmasından, canlanmasından korktuğu bir anı sadece gözleriyle. Sonra hiç olmamış saymak adına yırtıp atmıştı. Şimdi yaşanmış anlardan uzak minik hikâyeler uydurma vaktiydi.

Gece andriyan için yeni başlamıştı…

Şarabından bir yudum daha almıştı, sonra lacivert kaleme bakınmış ama fazla aramamıştı. Yokluğundan pek etkilenmemişti. Lacivert kalem biraz içerlemişti bu duruma bu kadar çabuk unutulmak ağırına gitmişti ama yapacak bir şeyi yoktu. Onu o kötü rüzgâr bulunamayacağı bir köşeye saklamıştı.

Andriyan fazla düşünmeden çekmecesine bakmıştı. Aslında kızmıştım bu kadar vefasız olmasına ama sonra o kalemin yeteneksizliği gelmişti aklıma ve andriyana karşı bir dava da daha kendime karşı andriyanı savunup kendi dava düşürtmüştüm.

Andriyanın beyaz elleri yine aynı melodiyle bu sefer yalnız biraz daha aceleci çekmeceye yönelmişti. Ancak bu sefer çekmecedeki heyecan fazlasıyla sönüktü. Çekmece halkı alışkın olduğu hatta artık sıkılmaya başladığı bu manzarayla hiç ilgilenmemiş, izlemeye değer bulmamıştı. Çoğu akrep 12’ye daha yeni veda ederken derin bir uykuya bırakmıştı kendini.

Sanki çekmecede benden başka kimse yokmuş gibiydi. Kalp atışlarım yankılanmıştı

Andriyanın eli üstüme doğru gelmeye başladığında yürek çarpıntımın diğerleri uyandıracağından korkmuştum. Andriyan hiç bakmıyordu aslında şarabından bir yudum daha almıştı o sırada. Ama beni seçmişti parmaklarıyla, bana dokunuyordu… belki ilk görüşünde beni, Sadece baktığı anda fark edememişti beni. Açıkçası göz alıcı bir güzelliğim yoktu. Hatta çirkin bile sayılabilirdim. Yeşilin o kadar yıl geçmesine rağmen eskimeyen parlaklığı yoktu bende. Olmamıştı da hiçbir zaman. Umursamazca uzatmıştı elini bana, ama ellerinin sıcaklığıyla buluştuğumda hissetmişti beni. Minik kalp çarpıntılarımı duymuştu sanki. Anlamıştı heyecanımı, hissetmişti titreyişimi. Titremiştim onun dokunuşuyla çünkü “birine dokunmak evrenin ruhuna dokunmaktı” ve o benim evrenime dokunmuştu. Belli belirsiz bir tebessüm geçmişti yüzünden. Çok az şarap kalmış daha çok hüzünle dolmuş şişeyi masanın üstüne bırakırken yüzündeki hüzün kırışıklığı da bana göz kırpıp, bir yıldız gibi kayarak veda etmişti andriyana.
Andriyan bir kez daha gülümsemişti sanki hoş geldin diyordu bana. Ben de gülümsemiştim ona sonra fazla rutin ama olağan üstü büyülü bir ritimle açmıştı sayfayı. Beni nazikçe kavuşturmuştu sıradaki beyaz bir yaprakla… andriyanın eli tütün kokuyordu.

Güneşin ilk ışıkları şehre deyip gecenin karalığıyla savaşan, dağıtmaya çalışan sokak lambaları sönene dek andriyan en güzel hikâyelerini fısıldamıştı bana ve ben o hikâyelere layık en güzel kelimeleri seçerek bırakmıştım cümleleri bana-bize- ayırdığı sayfaya…

Anlattığı hikâyeler öyle güzeldi ki onları sayfalara anlatmak bile yeterince heyecanlandırmıştı beni. Hayallerindendi bütün hepsi. O gece o günkü karanlığından hiç bahsetmemişti ve ben de hiç sormamıştım.

Andriyanın hikâyelerini ilk ben dinliyordum. En büyük hayalimdi ve şimdi andriyanın sıcacık tütün kokulu ellerindeydim. Hikâyelerinden bir rol kapma fikrinin oldukça uzağındaydım o zamanlar zaten ben basit bir kalemdim.

Hayır! Andriyan bana dokunmadan önce evrenimi onurlandırmadan önce basit bir kalemdim. Artık ben adriyanın kalemiydim!

En güzel yazılarını, hikâyelerini birlikte yazdık. Yazacağız da! Andriyanın kalemim ben! Hala kalemiyim onun.

Biz sadece ufak bir tartışma yaşadık fazla abartılmaya lüzum olmayan.
Biliyorum gelecek birazdan andriyan.

Beni kısa bir süreliğine emanet ettiği bu karanlıktan alacak. Ellerinde avutacak hiçbir şey yazmadan sadece tutacak. Suskunluğunu süslemek adına Belki ufak bir desen çizecek. Ama mutlaka susacak. Özür kelimesi yerine suskunluğu seçecek ve ben asla naz yapmayacağım bu sefer kara adama! Başladığı deseni bütün gücümle güzelleştireceğim. Ve dilediği kadar susmasına izin vereceğim.

Ah kara adam!
Bu oda ve karanlığıyla beni baş başa bırakalı tam dört saat yirmi iki dakika oldu.
Geri gel kara adam!
Ben hala senin kaleminim.
Ben hala andriyanın kalemiyim!
Hala andriyanı bir tek ben anlayabilirim onu ve hikayelerini yalnız ve yalnızca ben anlatabilirim sayfalarca…

soru cevap

beenmayanın gönderdiği bir mini anket mimi. aslında böyle anket tarzı soruları sevmem. ama aklıma ilk gelenlerle cevaplayıverdim soruları. küstümün kulaklarını çınlattım. çınlasın da utansın az istedim.

*gün içerisinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey?
küstümün araması, herhangi bir mesajıma 1 saat içinde cevap vermiş olması.

*gördüğün zaman eğer almazsam uyuyamam dediğin şey?
beşiktaştaki dvdci de sevdiğim filmleri ucuza bulduğum zaman -ki bu buluşlar hep paramın olmadığı zamanlara denk geliyor- alamayıp eve dönünce uyuyamıyorum. ha bir de sahaflarda gezip paramı bitirdiğim anda bir başka kitap çıkıveriyor bir anda. onu alamamış olmak da oturuyor içime.

*uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey?
çalmak gibi olucak ama kanıtlarım şahitlerim var bu konuda anne yemekleri:)(selam ederim tam bu satırlarda hem anneme hem de beenmaya)

*uğurun var mı?
yok.

*kendine en çok yakıştırdığın renk?
kırmızı, bordo, siyah
*en sevdiğin takın?
yonca kolyem.

*takıntın?
orjinal dvd.

*ben bu şarkıyı duyunca şakırım.
sınır tanımamak, görüyorum ve arttırıyorum, çalan şarkının dilini sözlerini bile bilmeme gerek yok içimden bir şey taşıyorsa şakımak ne kelime saçmalarım bile.

*solunda ne var?
sanırım bu soruya anlam veremeyeceğim.

5 Mayıs 2011 Perşembe

lalala lalala

bunun adı aşksa?

sanki bir şehir de bıraktığım bir adam bunu bana ta oralardan söylüyormuş gibi hissettim.
çok tuhaf bir şarkı.

gittin de ne oldu?

/

bunu dese dese o derdi bana..

mükemmel bir yaştasın bana bağlanma...

ah andriyan...
ne çok özledim seni bir bilsen..
yüzündeki çizgileri, bilmediğim kokunu..
kararlı bakışlarını..

sen benden,
ya bambaşkaysan, başbaşka!

bunu garanti edemiyorum hiç ama

lalala lalala
bunun adı aşksa?

ne tuhaf.
ben hala mektup bekliyorum oysa senden ya hani.
ondan bu şarkı senden bir mektup oldu geldi. tam da şuanda. yüzümde sanki sen söylüyormuşacasına kocaman bir gülümseme.

buldun da ne oldu
tuttun yok oldu
sen beni her zaman bağışladın
sevdin
özledin
hatta alkışladın..

4 Mayıs 2011 Çarşamba

bazen nefes alamıyormuşum gibi hissediyorum.
işte genel de o zaman bir sigara yakıyorum.

ne yapıyorsun?

bütün planlar suya düştü.
o zaman bu şarkı da neyin nesi?
ne bileyim.
ankara işi yalan oldu.
yeşilmişik yeşilmişik.
bu nerden çıktı şimdi?
roma ödevinin sadece 1/20sini yapmış bulunuyorum. yüzde 5 e tekabül ediyor.
matematiğin başımı döndürüyor.
senin de akasya kokun bebeğim.
yeni türkü nerden çıktı şimdi?
yeni değil biliyorsun.
otur yaz şu ödevi.
dur biraz daha döktüreyim. şu maskeli balo ve onun sahte yüzleri!
..
bakma bana öyle. yaktım gemileri biliyorsun.
elindeki ne?
kokakola şişesi. ama çok bi şükela.
ne içtin sen?
ah yapma.. bari sen yapma. bak bir perdeyi açık unutmuşum da karşı binadaki adamın sigara içerkenki eğlencesi olmuşum. ahahha göz göze gelince bir tuhaf oldum açıkcası. ama onun yaptığı da röntgencilik değil de ne ayol? hiç mi evinde oynayamaz insan?
ben de onu diyorum oynattın artık sen.
oynatmadım. oynadım.

içindeymişik yeşilmişik sazmışık

öyle demiyor o şarkıda.
ben böyle diyorum.
önümüzdeki hafta günde 10 saat çalışacağını/ayakta duracağını söylemekten mutluluk duyarım o halde.
5 değil 15 yıl olsa ben vazgeçmem bu işten diyorum sana. bak bütün kötü şeylere bir sağ salto bir sol salto.
değiştiremiyorsan görmezden gel.
bunu ben demedim.
evet arada bir diyalog karışması oldu.
neyse aklı başındaları ben söylüyorum işte.
aklı yıldızlardakini de ben!
yıldız demişken. yıldızlar güzel şeyler.
yaptığım hiç bir plan tutmayınca b planını uyguladım.
nedir?
hiç plan yapmamak!
dahice! salak!
son olarak sana yenik düşüyor her şey zamana diyorum. fazla direnmenin alemi yok.
ama direniş?
direnişimiz 1 mayıslarda kalmayacaktır. öperim.

3 Mayıs 2011 Salı

işsizliğin alıp başını gitmesi

Eşiniz kim? - %33

İçinizde tek eşliliğe temayül gösteren bir yan var. Ama henüz tam olarak harekete geçirilmemiş. Tek başınıza yapabileceğiniz bir işe de benzemiyor zaten. Kendinizi ihtimallerin çeşitliliğine bırakmışsınız şimdilik. O ihtimallerden biri, bütün diğerlerini bertaraf ettiğinde asıl maceranız başlayacak. Ama bugün için anlatılacak hikaye henüz o macerayla ilişkili bile sayılmaz. Eğer size tek başına yeten ve onunla olmayı bütün diğer ihtimallerden daha çok önemsediğiniz biriyle birlikteyseniz kendiliğinden tek eşli oluveriyorsunuz. Ama sizinle olmak emek istiyor. Çünkü diğer ihtimalleri görünmezleştirecek ateşin sürekli canlı tutulması gerekiyor. Bu konuda işbirliği yapmaya hazırsınız. Öte yandan tüm vaadler size vadeleri hatırlatıyor. Garanti belgesi doldurulmuşcasına yaşanan ilişkileri sevmiyorsunuz. Zorsunuz zor olmasına ama haksız olduğunuzu iddia edenler bir de kendilerine baksınlar…

Eşsizsiniz - %21

Hayatınıza birileri girip çıkıyor, çok da farkında olmuyorsunuz. Mutlaka bir eş isteyenlerden değilsiniz. Öyle icap ettiğinde ya da her iki taraf da razı olduğunda ilişki başlıyor. Taraflardan biri sıkıldığında ya da kanalı değiştirmek istediğinde bitiyor. Kimseye özel ve ihtimam gösterilmiş bir yer açmıyorsunuz hayatınızda. Sevmiyor değilsiniz insanları, hatta arada bir aşka benzer bir şeyler de hissediyorsunuz. Ama bu türden öykülerin, sizin öykünüzün ana temasını değiştirmesine müsaade etmiyorsunuz. Yalnız mısınız? Belki… İyi de kim değil ki… Bir başkasının yalnızca bir ilüzyon olduğunun farkındasınız. Belki çok ama çok ilerde bütün bu algınız değişecek, ama mevzinizi direnmeden bırakmayacaksınız.

Çok eşlisiniz - %4

Elinizde değil lezzet seviyorsunuz. Çoğulcu bir yapınız var. Duygusal hayatınız totalitarizme katlanamıyor. Tam manasıyla demokratik de sayılmazsınız, ama kesinlikle çok kültürlüsünüz… Her lezzetten tatmalısınız. Elbette her biri size göre değil, ama tatmadan nereden bileceksiniz? Hayatınızın uzunca bir bölümünü çok eşli geçireceksiniz. Güven ihtiyacını, macera heyecanıyla çoktan perdelemişsiniz. Huzuru ise mekan ve koku değişiminde buluyorsunuz. Kimse romantik olmadığınızı iddia edemez; yalnızca o kadar çok kaynaktan besleniyorsunuz ki bunu tek bir kanalda heba etmek aklınıza bile gelmiyor. Sevgililik, aşk bütün o ilişki formları içinde yalnızca bir form. İnsanları iyi tanımanın yollarından biri. Bir gün tek eşli bir hayata ikna edilebilmeniz için alışık olduğunuz bütün bu macerayı tek başına yaşatabilecek çeşitlilikte bir insana ihtiyacınız olacak. Aksi halde çok, ama çok sıkılacaksınız.

böyle testleri yapıyorum artık. ahahha. işsizlik diz boyu. o değil siyasi eğiliminiz ney?'de de solcu liboş çıktım. ahhaha. bence ben roma ödevine başlayayım.

yıldızlar hareket eder mi?

(kadının sigarası bitmiştir. paketi buruşturup kül tablasına atar. adam kadına sigara uzatır. kadın teşekkür eder,)

-Şu yıldızı görüyor musunuz?
-Evet
-Hareket ediyor.
-Etmiyor.
-Ediyor.
-Genelde 4-5 biradan sonra hareketlenirler.
-Hayır öyle değil. Tek başına o, başka hiç yok. Yani var ama biz göremiyoruz. Şurdaki sokak lambası ne kadar yakın ve parlak mesela ama o, o kadar mesafeden kafa tutuyor. Ve görülüyor. Demek ki hareket ediyor.
-Haklı olabilirsin.
-Ben yıldızları çok severim.
-Ben de.
-Keşke hep orda kalsa.
-Bazı şeyler onun önüne geçiyor ama.
-Ve sadece daha yakın diye.. belki güneşten bile daha büyüktür o.
-Olabilir. Aslında genelde daha hareketliyken sevilirler.
-Evet dilek tutulur ve unutulurlar.
-Ben samsunluyum samsunda çok net gözükür hepsi, hava temiz, çok ışık yok. Her şey berrak. Mucizelere inanır mısın?
-İnanırım. Ama hiç yıldız kayması görmedim.
-Ben çok gördüm.
-Dilek tuttunuz mu?
-Hepsinde.
-Oldu mu?
-Maalesef.
-Doğru yıldız değilmiş demek.
-Belki de. ben biraz şanssız bir insanım ama. bir işim şansa kaldı mı umudu keserim.

(zaman geçer. Kadın masadan kalkar. Biraz sendeler. Adamın kulağına eğilir.)

-Bak nerde şimdi.
-Evet sağa doğru kaymış gözüküyor.
-Hareket ediyor dediğimde inanmamıştın.
-Haklıymışsın hareket ediyor.
-Hayır biz hareket ediyoruz.

(kadın gülümser, gider)

2 Mayıs 2011 Pazartesi

ayrılık şarkısı.

çok yanlış bir yönde yürüyormuşluk hissi.
olur mu sana da hiç?
incecik bir yoldayım. geri dönmek için manevra yapacak alan yok.
ip üstünde yürüyorum.
o kadar yanlış ki, düşsem daha iyi.
düşmüyorum da.
yürüyorum.
bilerek. kanayarak yürüyorum.
tanımadan. aldırmadan. hissetmeden..


çok yanlış demişim ya hani. az yanlış da var mı sahi?
çok aşık gibi. az aşık da var mı?
şehvet ve şefkat neden bu kadar benzer yazılıştalar?
belki hepsi olsa olsa bir yazım yanlışıdır?
sadece bir yazım yanlışıysa o zaman az yanlıştır.
işlem hatalarından az puan kıralım.
gidiş yolu önemli olsun.
gidiş yolu da yanlış.
hepten yanlış bu hikaye.
neyseki ben kendim değilim bu hikayede. oyuncuyum ben. ve en sevdiğim, rol yapmak..

**


belki de bataklık?

**

(kokusu çok tanıdık)
-iyi bir şey söyle.
-çok tatlı kokuyorsun..

**

-bir daha ne zaman gelirsin?
-bilmiyorum.
-gelirsin ama değil mi?
-bilmiyorum. unutmazsam gelirim.

**

düşlüyorum bu kenti
son bir aşk gibi.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...