27 Şubat 2012 Pazartesi

siyah gelip bir gün kırmızıyı yutar mı?

"ne görüyorsun?
-kırmızı."


güzel bir oyundu. resime azıcık yatkın olup bir iki akım bilen biri için bile anlaşılırdı. aslında rothkonun hikayesinden çok yanındaki adamın hikayesiydi bence.
aslında ondan da çok. kırmızının belki de.

ben en çok matissenin bu tablosunu ve bu tablo hakkındaki yorumlarını sevdim. bütün kırmızıya rağmen orda duran ve insanı sürekli korkutan siyah! her an gittikçe büyüyecekmiş gibi duran. bi süre sonra resme her baktığında sadece gördüğün siyah!
rothko siyahın bir gün her şeyi yutmasından korkuyorum dedi. yardımcısı annesi ve babasının öldürüldüğü gün yağan kar beyazının bir gün güpegündüz kapıyı çalıp her şeyi yutmasından endişelendiğini söyledi. beyaz fazla beyaz beni de hep rahatsız etti. 

"- Sana birşey sorabilir miyim?
- Sormanı engelleyebilir miyim?
- Gerçekten de siyahtan korkuyor musun?
- Hayır, ben ışığın yok olmasından korkuyorum.
- Yani körlük gibi mi?
- Hayır ölmek gibi."

beyaz ışık mesela. beyaz ışık korkunçtur. beyaz ışıkta hiç bir şey güzel değildir. her şey aşırı çıplaktır. beyaz ışık cinnettir. 

etkileyici bir oyundu. oyunculuk kalitesi çok yüksekti. öncesinde yarım saatlik bir sinevizyon gösterisi oluyor aslında o da rothko'nun sanatını anlamak anlam vermek adını önem taşıyor bence. insan işte almış eline fırçayı boyamış diyebilir. ama biraz derinine girince renklerdeki kinetik enerji, yerinde duramama ve sadece renklerle yapılmış manzara resimleri gözde canlanıyor. bir taslak olarak belki. hiç detaysız. şurda bi savan şurd bi gökyüzü. nasılı mühim değil. rengi mühim. resim renktir. 

"-ne görüyorsun?
-kırmızı."

yılbaşında uyanık kalmayı bi nebze beceriyorum da oscar beni bariz zorluyor.

kırmızı halı başladı. bir kaç gündür erken kalkmanın etkisiyle uykulu bir şekilde heyecanla izliyorum.
yekta kopanın yanındaki adam artiste her laf ettiğinde televizyona terlik fırlatıyorum.
hugo, war horse ve the helper hariç diğer filmleri izledim.
descandantes isimli film nasıl oscara aday gösteriliyor, nasıl en iyi film altın küresini aldı çok merak ediyordum hawai kalkınsın kampanyasıymış öyle duydum. george clooney iyi hoş ama daha bi kaç hafta evvelinde o brother where art thou'yu izlemiş ve hey corç versene borç hiç büyümesen daha iyiydi dedim.
bütün kalbimle ben the artist destekliyorum.
orjinal senaryoya midnight in paris diyorum
uyarlama için moneyball dan yana halımı seriyorum.
görüntü yönetmeni için war horse izlemediğimi belirterekten the tree of life'a gidiversin diyorum.

kaçta sızacağım koltukta pek emin değilim ama geçen seneden bir sıfır öndeyim. hiç değilse şarap içmedim.

19 Şubat 2012 Pazar

çikolata ve browni yapmaca



altarnatif doğumgünü hediyesi olarak ablamı browni ve çikolata yapma kursuna götürdüm.

soley arı sanırım benim hayalimdeki hayatı yaşıyor. yani hayallerimden birini. yani aslında ben 8 10 kişi için hayal kurduğum için yaşamak istediğim hayatlardan biri de buydu. umarım güzel açıklayabilmişimdir. yoksa hem dünya gez, hem oyuncu ol, hem eleştirmen ol, hem kayıp zamanın izinde'yi hemencecik oku, hem mükemmel pastacı çikolatacı olmak. zor iş. yani olmaz değil de 3ünü 5ini yapayım desem dünya gezme işi yatıyor. bir de hukuk var. işler karışıyor. ben de kendime bir sürü hayali hayat yapıp hepsi için ayrı ayrı şeyler kuruyorum. bence bu normal bi şey.




konuya dönmek gerekirse chocoiste bebekte iki katlı küçücük şirin bi pastanemsi çikolatacı. soley hanım şokolata demeyi dercih ediyor. 93 te almanyadan gelmiş ve o zamandan beri çikolata yapıyor çikolata yiyor. browni ve çikolatanın sırlarını bizlere gayet cömert sundu. üç vakte kadar eminönünde özel çikolatadan alıp çeşitli tarifler deneyeceğim.
ilk brownim şaraplı beyaz çikolatalı bademli karamelli oldu.




ablam kahve vişne ceviz yaptı. bizimle beraber browni yapan bi çocuk portakal kahve yaptı. normalde portakalve çikolata birliğinden nefret ederken o bile güzel olduysa.. daha da bir şey diyemem.
öğrendiklerim ve tattiklarım sadece çikolata ile de sınırlı kalmadı. dünyanın en mucizevesi iksiri vodka suyunda günlerce belki haftalarca dinlendirilmiş armuttu. bilim armudun yarısı bile baş döndürecek alkol seviyesine sahipti kanımca. onu yedikten sonra montrealde yaptışım hiç ibir shot bana mısın demedi:)

ve  tabiki truffle!! bunu kelimelerle anlatmak imkansız. ama elimdeki bütün viski rezervini truffle yapmakta kullanacağım ve elimdeki viski de hiç de azımsanacak gibi değil.
en yakın zamanda eminönüne gitmek gerek. ip almak gerek. çikolata almak gerek.



-ne okuyorsun?
-dostoyevski cinler ama alternatif olarak hukuk.


not: alternatif kelimesini koruma yaşatma ve yaygınaştırma derneği kuracağım. hepsi annemin başının altından çıktı.

7 Şubat 2012 Salı

Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum.




"Bazen aramızda aşk meselelerinden bahsettiğimiz olurdu. Onun bu mevzuu ne kadar lakayt, ne kadar kendinden uzak bir şeymiş gibi incelediğini gördükçe içimde garip bir ezilme duyardım. Evet, her şeye razı olmuş, onun bütün şartlarını kabul etmiştim. Fakat buna rağmen bazen sözü maharetle kendimize nakleder, dostluğumuzu tahlile kalkardım. Benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. insanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. Kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi.
O zaman Maria şahadet parmağını sallayarak gülüyor:
“Hayır dostum, hayır!” diyordu. “Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O, büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilemediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. (Muhterem Beyefendinin bunların en başında geldiğini söyleyebilirim.) Şimdi ben bütün bu insanlara aşık mıyım?”
Ben fikrimde ısrar ederek:
“Evet,” demiştim, “en çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!”
Maria hiç beklemediğim bir cevap vermişti:
“Şu halde niçin beni kıskanmadığınızı söylüyordunuz?”
Söyleyecek bir şey bulamayarak bir müddet düşündüm, sonra izah etmeye çalıştım:
“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”

5 Şubat 2012 Pazar

the artist



film arasında yanaklarım ağrıyordu. bütün filmi tuhaf bi sırıtma ile izledim. kadnının el sallaması, gülümsemesi, ince uzun hareketli bacakları, ıslık çalışı, abartılı halleri...köpeğin her sahnesi, burundan krema yalaması, zıplaması, ölü taklitleri.. ve tabiki george valentinin sesi hayatından çıkarışı, sesten kelimelerden çok nasıl anlatıldığıyla ilgilenmesi. bu yüzden peppy miller konuşurken onu söylediklerinden ziyade hareketlerini heycanlı bir şekilde izlerken gördük hep. film hakkında aslında sürekli ve sadece çok güzeldi çok çok çok demek istiyorum.son dans sahnesindeki topuk sesleriyle nasıl mest olduğumu anlatacak kelimeler bulamıyorum.

film içindeki filmler, onların yerleştirilişi, filmin gidişindeki duyguyu bir kez daha film içindeki filmlerle vurgulaması, peppy miller'ın yüzüğü aldıktan sonra adama sarılıp göz kırparken the end yazan film ve the tears of love'ın final sahnesi. hepsi inanılmaz etkileyiciydi. 
açıkcası peppy miller'ın john goodman'a er ya da geç "biz georgela sesli bi film yapsak ya" diceğini biliyorduk. george'un bunu kabul etmeyeceğinde de hem fikirdik. ama böyle bir şey hiç gelmemişti aklımıza. 
film bittikten sonra the fallun son sahnesini geldi aklıma. aynen alexandria gibi " muah muah muah tenk yu tenk yu tenk yu veri maç" demek geldi içimden. o nefes seslerini alkışlayalım da duyulmasın istedim. filmde bir çok kere sessiz action dendi. ve tam biterken sonunda bir sesli action geldi. 


sinemada gidip görülmesi gereken bir film. hatta ben beyoğlu sinemasında gittim kırmızı perde açıldı falan çok iyi çok da güzel oldu. tavsiye ederim. 



bir de filmde şunu bariz hissediyorsunuz:
sinema büyülü bir şeydir.


not: eskiden de herkes sadri alışık'a benziyormuş. :)

yapboz.


 puzzle yapmak 

sürekli bi








ocakta 
 yemeğim


         varmışlık
         hissi                                            yaratır   insanda.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...