31 Ocak 2011 Pazartesi

%

kameraya el sallayın ve çıldırtan baş ağrılarına merhaba diyin!!!
sokağa çıkıp üzerinde bir karış kar olan arabaya kafamı gömmek istiyorum. (bu cümlenin bir yerine "ilk gördüğüm" ekleyiverin. nereye sokuştursak anlatım bozukluğu olmaz bilemedim.)

belki bi nebze rahatlarım.

ankara kitap okumaktır.
başka da bir şey değildir.

30 Ocak 2011 Pazar

mübalaaağ

henüz 520. sayfadayım.
ve buraya kadar Nastasya Filipovna Barashkova'nın yaptığı her şeyin altına imzamı atarım.

27 Ocak 2011 Perşembe

Black Swan




filmi gayet güzel bir şekilde indirmiş olmama rağmen izleyemiyorum. harika olduğu konusunda eminim. ama tırnaklarımı yiye yiye izlemiyorum. sinirden altyazıyı indirip karşısında çekirdek çitliyorum dosyayı önüme açıp play demeden.

böyle de bir ruh hastasıyım.


sinemada izleyecem ama. tutuyorum kendimi.



En İyi Film (Mike Medavoy)
En İyi Yönetmen (Darren Aronofsky)
En İyi Görüntü Yönetmeni (Matthew Libatique)
En İyi Kadın Oyuncu (Natalie Portman)
En İyi Kurgu


şeklinde oscar adaylığı mevcut. girsin artık vizyona da ben de tırnak yemekten kurtulayım uzatayım oje falan süreyim. değil mi?


o değil natalie portman çok hoş kadın.


öhöm. evet bu kadar. sakinim bir nebze.

25 Ocak 2011 Salı

uyarı

basamakta durmayın otomatik kapı çarpar.
bu kadar basit.

22 Ocak 2011 Cumartesi

annesinin küçük kızı

-ağlamaya başlamadı mı daha?
-yok ya sevmiş gibi gözüküyor.

annem telefonda soruyor ablama. daha başlamadı mı?
deneyimli çünkü kızını tanıyor. kızının radikal kararları ne kadar eline yüzüne bulaştırdığının bilincinde.
çünkü daha küçük kızı 7 yaşında bebeğini evet bu çok kötü oldu artık atalım dedikten yarım saat sonra yaygarayı koparmıştı.
küçük kızı hiç bir şeyin atılmasını eksilmesini gitmesini sevmezdi.
yine de hep bi yenilik olsun tebdili mekanda ferahlık vardır. bize gitmekler olsun. hadi bi cam açalım da oda bi ferahlasın derdi ya
annesi de bunu ne iyi bilirdi. ondan peşinde koşar o açılan pencerenin ferahlığın yanısıra hastalık getireceğini bilerek hep kapatırdı.

ama küçük kızın büyüdü sanırım anne.
çünkü hakikaten ağlamadım bu kez.
bi kaç kez aynaya bakıp hakikaten kısa olmuş ya dedim.
ama ağlamadım.
üzülmedim.
bu kez hakikaten değişiklik iyidir dedim.

ailenin en "yahallederiztakmakafana" üyesi benim sanırım. yumurtakapıyadayanmadanhiçbişeyyapmayanbiinsanım anı yaşayalım o zaman hadi bakalım diyip son trenin arkasından koşan bi yapım her daim oldu.
babam 1 hafta öncesinden sormaya başladı biletini kaçına aldın diye.
ben cuma cumartesi yada pazar diyordum.
5 gün önce annem sormaya başladı.
cuma ya da cumartesi ya da belki pazar.
4 gün önce babam saat kaça aldın.
gece alırım heralde.
3 gün önce ablam sordu.
cumartesi ya da pazar.
2 gün önce sezgi sordu.
cuma ya da cumartesi.
1 gün önce ablam sordu.
cumartesi sabah öğle ya da akşam.

fazla planlı bir insan olamadım. çamaşırları astım. kurusunlar valizi hazırlayıp boş yer olan ilk otobüs. böyle zaman belirtmeleri daha portatif. daha az yalancı çıkarıyor insanı.

Bu havada gidilmez
Güneşli günde gidilmez
Aslında hiç gidilmez..

21 Ocak 2011 Cuma

radikal?

Ta taaa!!



evet küstüm'e kestirme saçını ya neden kestiriyosun ki dedikten sonra bugün

e hadi kalk sezgi gidelim o zaman dedim. bunda tekilanın etkisi olduğunu söyleyip olaydan sıyırmam mümkün mü? pek değil. zira mk bilmem kaç kendi arzusu ile alkol almışı korumuyor. ama sezgi zorla beni içirmişse...

evet evet.

ah sezgi sen ne kötü bi insansın?!

ahaha. o değil bu saç böyle ıslakken çok çirkinmiş.

14 Ocak 2011 Cuma

.


benim için düşündüğünüz doğum günü hediyesi bu ise gelin görüşelim. yoksa istemiyorum kutlama falan.
not: kafam biraz düzelirse bu yazı içerik değiştirecektir.

12 Ocak 2011 Çarşamba

haciz

Yeni uyanmıştım.

Bunu pijamalarımdan ve samba yapan saçlarımdan anlamak mümkündü.
Ev de garip bir hava vardı. Cebri icraya filmlerde hep erken bi saatte gelinirdi diye kalmış aklımda o yüzden o şuan tam bi haciz memuru gibiydi karşımda.
Her zamanki gibi düzenli. Gayet sakin. Elindeki kağıda sürekli bir şeyler karalayarak evde dolaşıyor ve ben peşinden koşturuyorum.

Bir koli var masanın yanındaki sandalyede. Koliye bir şeyler koyuyor.
-dur dur dur! Alamazsın onu! O benim!
-ama ben almıştım.
-ama bana almıştın benim o yüzden ben de kalacak..
-peki. (memnuniyetsiz pekilerden)
Alıyorum elinden kediyi. Seviyorum biraz. Kedi de tedirgin. Böyle bir mal paylaşımına daha önceden tanık olmamış. Mutfağa gidiyor bu sırada o. Ben kediyi fırlatıp peşinden koşuyorum.

Tirbuşon elinde. Çığlık atıyorum tekrardan.
-onu da alamazsın!

Cevap vermiyor bu sefer. Tirbuşonla salona doğru gidiyor. Koliye atıyor. Neredeyse üstüne atılarak geri alıyorum.

-Sen gittikten sonra aylarca şarap içicem ben ve onları neyle açmamı düşünüyorsun sevgilim diyorum.

Gözlerini deviriyor. hala salondayız.

Salon: Evet burada bir betimleme pasajı sokmak istiyorum. Tozlu, sabah güneşi tarafından taciz edilen bir salon. Yerler laminant parke sadece küçük bir halı var. Bir adet l koltuk. Yerde 3 adet minder. Perdeler 3/5 oranında kapalı. Bir tane pencere açık. İçerinin soğuk havasını sadece biraz daha rüzgarla körüklüyor. Ortada bir sehpa. Sağ köşede iki tane kütüphane silme kitap dolu. Önünde yerde yükselen dvdler. Yanında bir adet sallanan koltuk. Üstünde kahverengi bir şal var. Sol köşede yine yerde bir adet pikap. Yanında birkaç plak. Aynı köşede kedi sepeti. Kumu. Sanki pikap kediye aitmiş gibi duruyor. Pencerenin önünde küçük bir masa. Üstünde iki tabak. Tabakların birindeki yemeğe hiç dokunulmamış diğeri yarım. İki tane kadeh. Ekmeklik. 2 çatal. 3 bıçak.

Masanın yanında duruyor. Bir göz atıyor. Kadehi alıp koliye bırakıyor. Sen ne yaptığını sanıyorsun diyip kadehi geri çıkarıyorum.

-bak iki tane var biri senin biri benim. Benim olanı götürüyorum diyor.
ikisini elime alıp tokuşturuyorum.
Çın!
-tek olurlarsa bu ses çıkmaz ama. Ayıramazsın onları diyorum.
-Saçmalama ipek daha bir sürü kadeh bulursun sen.
-istemiyorum başka kadeh bunu seviyorum ben.
-ver şu kadehi.
-hayır vermicem.bir kaç adım geri çekildim. Üstüme doğru geldi. Kendimi kaybettim ve kadehleri yere fırlattım.

Tuz-buz-buz-tuz. O oyunu bilir misiniz? Şaşırmacalı. Hız önemli o oyunda.

Yoksa o da beni mi şaşırtıyor. Tepki vermedi. Sadece delici bir bakış fırlattı. Ama zaten delik deşik göğsüme pek bir etkisi olması.

Kütüphaneye uzanıyor. En sevdiğim kitapları sanki özellikle seçiyormuş gibi pat pat koluna sıkıştırıyor. Deliriyorum. Dudağımı ısırıyorum sinirden. Ama bi şey diyemiyorum. Kitapları da bırak dersem evi yakabilir.

Tutunamayanlar!

Hayır. Bu son damlaydı. Sinirden titreyerek saldırıyorum ona. Kitaplar düşüyor elinden. Nasıl alırsın diyorum. Hadi hepsini aldın tutunamayanları nasıl alırsın?

-İpek kendine gel. 2 kütüphane kitap var 5 tanesi mi büyüdü gözünde?
-en sevdiklerim ama onları. Alıp götüremezsin onları. Hem neden gidiyorsun ki?
- Ayrıldık biz. Olgun ol biraz. Diyor.
-ben yeterinde olgunum sen kendi haline bak diyorum.

Onun üstü başı, benim pijamalı halime tezat oluştururcasına şık. Hakim benim iyi halimi göz önünde bulundurmaz bu durumda. Sanmıyorum. Özellikle bu saldırgan davranışlarım ise çok büyük ihtimalle iyi niyetimi de bertaraf edecek.

Dvdlere yöneliyor.
-Benim bunlar dokunma diye bağırıyorum.
-Bizim diyor.
-Biz yokuz artık.
-O zaman biraz senin biraz benim ve izin verirsen benim olanları alıyorum diyor.

Nasıl bu kadar soğukkanlı bu adam? İnsan da öldürür bu. Arkasına da bakmasan gider hatta. Böyle filmlerde olur ya vicdan azabından değil kan çektiğinden zevk almak için arada bir olay mahalline avdeder. Gözümde bir sahne canlanıyor.

Beni öldürüyor. Ama bu sahneyi sanki biz daha önce yaşamıştık. De-ja-vu deniyor buna ya hani. İnsanın hayalinde dejavu olması tuhaf. Bunun için de bir isim olmalı.

Bir dakika! Beni hayale tutan bu adam eşyaları toplamaya devam ediyor. Yazılarıma uzanıyor.
Fotoğraflarla birlikte ayırıyor kafasına göre.

Bu sefer sakin yaklaşıyorum.

-Alma onları diyorum. Alma canım benim. Gül yüzlüm, güzel sözlüm, bi tanem. Nar tanem, nur tanem. Alma onları. Onları alma bari!
-Bari? Nasıl bu kadar bencilsin? Hepsi sende kalamaz. kitaplar sende, filmler sende, tirbuşon sende, yazılar fotoğraflar…

Ağlamaya başlıyorum bu sırada. Ama o hiç ödün vermiyor serin kanından. Seç birini diyor. İki tane defter var elinde. İkisini de kucaklıyorum. bu sefer gerçekten deliriyor. Ayağa kalkıyor. Kitapları yere fırlatıyor. Tam bi cinnet anı yaşıyor. sonra masaya doğru hamle yapıyor. Tabakları yere vuruyor. Yemeklerin bir kısmı kaçışıyor bir kısmı yere yapışıyor. Püre yapmıştım. Soğuktu falan ama yenirdi yani. Sonra hızını alamayıp masa örtüsünü çekiyor. Çatallar bıçaklar şenlikli bir müzik başlıyor. Ekmekler saçılıyor. İkimizden birinin annesi olsa günah derdi. Ona bakıyorum. Delirmiş bağırmaya devam ediyor. ne diyor hiç bilmiyorum. daha ziyade sesi kısılmış bir televizyon gibi. hararetli tartışmaların olduğu bir siyaset meydanı var atv de. Bu beni biraz rahatlatıyor. O da acı çekiyor demek. Demek o kadar da soğukkanlı değilmiş.

-Kalamaz hepsi sende! Seç birini!
En son bunu diyor. Nefes nefese kalmış. Sanki bir resitalin son notalarını çalmış gibi. Bir orkestra şefiymiş de dünyanın en hızlı konçertosunu çaldırmış gibi. Gözleri ateş ateş.
Gülümsüyorum. Bu sefer ben sakinim. Sessizce yanına gidiyorum. Eline uzanıyorum. Küçük bir çocuğu eve gitmeye ikna eder gibi yumuşak bir sesle:

-ama ayıramam ki hiç birini. İnsan çocukları arasında ayrım yapabilir mi hiç? Hem bak ne geldi aklıma.
Sen de kal?

11 Ocak 2011 Salı

müphem.

tamam.

hiç bi zaman akıl sağlığım yüzde yüz yerindeydi demeyeceğim.
ama bu ara ekstra bi şey olmuş olabilir.
giyinip süslenip püslenip adeta küçük bir aysel gürel edasıyala (rahmet istedi heral de canım benim o zaman kendisinin kendi tanımına yer vermek istiyorum şu minicik blog yazısında:

İki ayrı Aysel Gürel var. Biri perukasını takar, makyajını yapıp delimtrak hareketlerle ilgi çeker ve lafı patlatır. Sabah kalktığında kapıyı çekip Amerika’ya gidebilecek bir Aysel. Bağımsız, özgür bir kadın. Diğeri de öğretmen kimliğinde, kültürlü; bunu çekinmeden söylüyorum,çünkü kültür Türkiye’de tamamen dibe vurdu. Alfabeyi okuyana, internetin başına oturup yazan çizene ne kültürlü diyorlar. Kültür sonsuza kadar okumaktan geçer. burda bana mı laf sokuyorsun sevgili ayselciğim? yo yo biz birbizimizi biliriz değil mi? evet canım ben de seni. evet onu da bunu da tamamladığımıza göre parantezi kapatıp devam edebiliriz. nerde kalmıştık? hıh evet aysel gürel edasıyla..) sokağa çıkıyorum. ne var bunda değil mi? herkes süslenip püslenip sokağa çıkabilir. hatta çıkmıyorsa depresyondur gibi fetvalar vakti zamanında bir çoklarınca verilmiştir muhtemelen. ama bu başka canım benim. bu başka gözümün nuru insan hiç gazete alma topuklu ayakkabıyla gider mi?
tabi bu insanın ben olduğumu göz önünde bulunduralım. karşıdakı bakkala gidip sigara alıp gelicem bir saat makyaj yapıyorum. mümkün mü böyle şey. ekmek almaya gideceksem saatlerce hangi şalı taksam ne giysem diye düşünüyorum.

saçlarıma özenmiyorum ama. saçlarım kendi cumhuriyetlerindeler. özerk artık onlar.
ipek'in üniter yapısı bozuldu.
ipek'in yapısı bozuldu.
hakikaten manyaklaşma eğilimi yaşıyor.
son 5 saniye,
6,
7,
ahhah.

tamam. sorum yok.

hem zaten aslında kırmızı ruj sürdüm mü dünyanın en güzel kadını oldum sanıyorum.
aslına bakarsanız kırmızı ruj sürüp böyle hissetmeyen yoktur bence.


9 Ocak 2011 Pazar

Karışık Rüzgârlar Karnavalı

Kaç zamandır böyleydi. Ne zaman kitabını alıp koltuğuna büzüşse uykusu geliyordu. Keyif çatmanın tam vaktiyken, kapanan gözleri oyunbozancılık yapıyordu ve ne zaman onlara mağlup olmayı kabul edip, yatağına uzansa uykusu kaçıveriyordu. Yatakta dönüp durmaya sinir olurdu. Öyle durdukça uykusunun daha da açılacağına inanırdı. Bu yüzden bu geceye kadar çoğu kez yatakta beklemektense kalkıp kitabına dönmeyi tercih etmişti. İlk sayfadan sonra gerçi yine aynı şeyler tekrarlanıyordu. Ta ki o koltukta uyuyakalıncaya kadar böyle devam eder olmuştu. Ne ara düşüyordu uykusu? Koltukla yatağı arası pek öyle uzun bir mesafede değildi hani.

Sıkılmıştı bu kovalamacadan. Yorulmuştu onun peşinde koşmaktan. Bu gece gücü yoktu hem onu evin bir taraflarında arayacak. Be sefer yatağında beklemeye karar verdi. Can sıkıcıydı aslında. Sanki hayatında uyumayı ilk defa deneyecekti. Gözlerini kapalı mı tutsa yoksa sabit bir noktaya mı dikse bilemiyordu. Hangi türlü daha kolaydı? İnsan nasıl bir aralıkta uyku denen dünyaya düşerdi ki? Uyumak üzereyken ile uyku hali arasındaki köprü nasıl bir şeydi? Bunları hayatında ilk defa düşünüyordu. Bu zamana kadar hiç böyle sıkıntılar çekmezdi. Genelde yastıkla arasında bir karış varken uyku âlemine düşünlerdendi. Ama bu ara…

Gözü her geçen an karanlığa daha da alışıyordu ve artık oda ona neredeyse aydınlık gibi gözüküyordu. Işığı açıp kapatsa belki kendini yanıltabilir –şaşırtabilir-, ve gözleri tekrardan karanlıkta uyumayı seçebilirdi. Tam bunu düşünüp ışığı açmaya kalkacakken buna gücü olmadığını fark etti. Kalkıp gözlerine oyun oynayacak hali yoktu ama uyuyamıyordu işte. Belki uyumak için bile bir enerji gerekti ve o bunu bile çoktan tüketmişti.

İçeriden bir tıkırtı geldi. Kalbinin atışı hızlandı. Biri mi vardı? Yoksa hırsız mı? Kalkıp kontrol etmeliydi ama yapamazdı. Hem gücü yoktu hem de korkuyordu. Hırsızsa çalabileceği pek bir şey yoktu zaten evinde. Ona zarar vermedikçe ne isterse alabilirdi. Hem gecenin bu saatinde tıkırtının sahibi gerçekten bir hırsızsa onunla göz göze gelmeyi pek istemiyordu. Yok, eğer bu minik tıkırtının sahibi kendi gibi küçük bir fareyse onunla tanışmaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Ne hali varsa görebilirdi. Tam bunları düşünürken bir anda rüzgar sesi duydu. Evet evet önce sesini duydu. Sonra yüzünde hissetti. Dudaklarını kuruttu. Dilini gezdirdi ve o an pişman oldu. Rüzgarlı havalarda dudaklarını yalaması çatlamalarına neden olurdu, ama bu rüzgar sanki iyi niyetliydi. Nereden geldiği hakkında hiç bir fikri yoktu

Bir anda kendini yemyeşil bir alanda buldu. Rüzgar buradan geliyormuş demek. Peki ya tıkırtı? Kimin umurunda! Uzun zamandır böyle bir yere gelmiyordu. En son ortaokuldayken arkadaşlarıyla pikniğe gelmişti böyle bir yere. İleri de büyük ağaçlar vardı onlara doğru koştu. Üstünde daha önce gardırobunda rastlamadığı bir elbise vardı. Nereden çıktığını pek önemsemedi düşündüğü ağaçlardı zaten. Ama o ağaçlara doğru koştukça onlar uzaklaşıyordu sanki. Yılmaya niyeti yoktu daha da hızlı koşmaya başladı sonra bir anda her şey kayboldu. Bir şeye çarpmış gibi durdu. çarptığı şey hayal kırıklığıydı. Nereye gittiler diye düşünürken karşısında bir deniz buldu. Duyduğunun rüzgar sesi değil de dalga gürültüsü olduğuna kanaat getirdi o an. Denize şaşkınlıkla bakıp ona koşmayı düşünürken deniz ona gelmeye başladı. Köpükleri ayaklarını yalıyordu. Gözlerini kapattı, en huzurlu anıydı bu. Deniz yavaş yavaş yükseliyordu. Dalgalar dizlerine doğru çıkıyordu. Sonra bir anda biri haddini fazla aşıp onu devirdi. Gözlerini açtı devrilme onu çok korkuttu, boğulacağını sanarak gözlerini sıkı sıkı yumdu. Ayakları neredeyse kafasının hizasına çıkmıştı ama burnuna su girdi falan yoktu. Hatta denizde bile değildi. Bir salıncaktaydı. Ayaklarını ileri geri yaparak kendi kendisine sallanıyordu. Az önce koştuğu ağaçların ora olmalıydı. Demek deniz falan yoktu en başından beri, salıncakta sallanırken hayal kurmuştu. Garip bir salıncaktı bu. Nereden bağlıydı hiç bilmiyordu. Upuzundu ama ipi, belki de bulutlardan sallanmıştı. Bulutlar mı? Hayır, bulutlardan da yukarıya bağlıymış çünkü onun ayakları şuan bulutlara değiyordu. Islanıyordu ayakları. Küçükken hep bulutları pamuk diye hayal ederdi herkes gibi. Yine öyle olmasını istedi ve bir an için çılgınca kendini bulutun üstüne atıverdi. Bulutun ıslaklığından geçince pişman oldu ama daha çok salıncağı bıraktığı için üzülmüştü. Bir buluttan düşüyordu. Yer kim bilir ne kadar uzaktaydı, düşünce canının ne kadar acıyacağını düşündü. Yüzü yanıyordu. Gözlerini kapattı. Bir kahkaha duydu.

“Korkma korkma bir şey olmaz”

Biri arkasından ona sesleniyordu. Gözlerini açıp arkasına bakmak istedi ama arkası neresi bilmiyordu zira yuvarlanıyordu. Çim bir tepeden aşağı yuvarlanıyordu. Yüzüne değen otlar hafiften çiziyordu. Bunu en son 5 yaşında yapmıştı. Nerede yaptığını bile hatırlamıyordu. Düzlüğe gelince durdu. Çimlere oturup arkasından gelen kahkahaya eşlik etti. Kime aitti bu kahkaha bilmiyordu ama çok tanıdıktı. Onundan arkasından geleceğini sanmıştı ama gelen giden yoktu. Hem kahkahada kesilmişti. Tekrar tepeye çıkıp bunu bir daha yapmak istedi. Hem arkasından bağıran kimdi merak ediyordu. Tepeyi çıkarken yorulduğunu hissetti. Az önce uyumaya bile mecali yoktu bu kadar enerji de nerden gelmişti? Bir tıkırtı duydu yine. Kırın ortasında ne tıkırdayabilirdi ki? Hayır zaten kırda değildi. Odasındaydı. Yatağındaydı ve masasına bakıyordu. O sırada uyumadan önce çalışırken yaptığı kağıttan kurbağanın canlandığını gördü. Sanrım en başından beri tıkırtı ondan geliyordu. Zıplayarak
yanına yaklaşıyordu. Bu çok saçmaydı çünkü o kendi kendine zıplayamazdı. Aslında zıplayarak bu kadar çabuk gelmesi de imkânsızdı kağıttan kurbağayı bir anda yastığından ona doğru bakarken buldu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Kurbağa bu şaşkınlıktan yararlanıp onu öpüverdi. Hayır masal terse işleyecekti şimdi. Onun kurbağayı öpmesi gerekti. Kurbağa onu öptü ve o kağıttan bir kurbağaya dönüştü. Çok çirkindi. Yeşil bile değildi. Kareli harita metot defterden yırtılmış bir kağıttandı. Kurbağa ona sevgiyle bakıyordu. Peşinden gelmesini işaret edip odadan dışarı zıpladı, mecburen onu takıp etti. Dışarı zıplayınca düşmeye başladı. Kağıt üstünden yırtılarak, sıyrılıverdi. Yavaş düşmesini sağlamak için onu bir paraşüt gibi kullanmaya karar verdi. Yere yaklaşmışken kocaman bir ses duydu korkudan gözlerini kapattı. Bu sesin kendinden gelmediğini biliyordu. Ama yere düşseydi ancak böyle bir ses çıkardı. Gözlerini açmaya daha fırsat bulamadan yine o tanıdık rüzgârı hissetti. Bu sefer daha sertti ve saçlarında geziniyordu. Gözlerini açtığında kendini üstü açık klasik bir arabada buldu. Arabaları çok iyi bilmesine rağmen hangi marka, ne model kestiremiyordu. Bir an olsun inip dışarıdan bakmak istedi. Modeli hakkında hiç bir fikri olmamasına rağmen renginin kırmızı olduğuna neredeyse emindi. Kırmızı bir hızı vardı çünkü. Arabayı kendisi kullanmıyordu. Yanında hiç tanımadığı bir adam vardı ve arabayı o kullanıyordu. Bu adamı daha önce tanımadığına ne kadar eminse, yuvarlanırken duyduğu sesin sahibinin o olduğuna da o kadar emindi. Adam hiç konuşmuyordu. Sadece gülümseyerek arabayı sürüyordu. Çok hızlı sürüyordu. Boynundaki fular bu hıza daha fazla dayanamadı ve rüzgâra kapılıp gitti. Bu fuları ilk kez o an fark etmesine rağmen gidişine çok üzüldü arkasından bakakaldı. Öylece bakarken bir an arabanın yabancının kontrolünden çıktığını hissetti. Araba taklalar atmaya başladı. Yavaş çekimdeydi her şey. Ağır ağır oluyordu. Chevrolet! Evet araba 58 model bir chevroletti. Nasıl biliyordu nerden görmüştü hiçbir fikri yoktu ama bu oydu. Araba taklalarını bitirmiş sağa devrilmişti artık.

O an gözlerini araladı devrilmiş iki tekerlekli bisikletinin serbest kalmış, yerden bağımsız dönen tekerleğiyle göz göze geldi. Dizinin acıdığını hissetti. 10 yaşındaydı. 2 hafta sonra kabuk tutacak yarasına baktı. Kanaması çok içli geldi. Ağlamaya başladı.

O sırada annesinin sesini duydu. Ona sımsıkı sarıldı. Annesinin kokusunun ve sesinin her şeyden daha huzurlu olduğunu fark etti.

“Canım benim sana sürpriz yapmak için habersiz geldim, uyandırmayayım diye de kapıyı anahtarla açıyım dedim ama korkuttum mu?”

8 Ocak 2011 Cumartesi

mektup.

içimde sürekli mektup yazma isteği var.
durduramıyorum.
fena epey.

hiç taşınmayı düşündünüz mü?

7 Ocak 2011 Cuma

mutluluk

la la laaa la laa laa..

evet dünkü buhranlardan sonra böyle bir başlık tuhaf değil mi? bence de.
o değil "tuhaf" ne kadar güzel bir sözcük böyle. her durumda kullanılabiliyor. bundan bile mutlu olabilirim şuan.

yataktan sakin kalktım. okula gittim. son türk dili ve tarihi dersi. yine bir ilk yaşadık. günlerden cuma. okuldayım. nerde işlendiğini bile bilmiyor olmam biraz sıkıntıydı. ama buldum amfiyi.
boğazımın ağrısı hafifledi. burnum ise isyan bayrağını yarıya indirdi. bütün bunlar mı beni bu kadar mutlu kılan? vallahi sokaklarda çılgınlar gibi koşasım hoplayasım zıplayasım var.
bugün hava çok güzel bence. kış güneşine genelde söverim ama bu sefer sıcak da kerata. sövdürmüyor usul usul yan yan bakıyor.
nurofen aldım. bütün bunların sebebi nurofen mi acaba? uyuşturucu falan mı var ki içinde? bu kadar çok minik kelebek uçması içimde ne zamandır başıma gelmiş şey değil.

bugün direk altın gün. herkese karşı dünyanın en iyi insanıyım muhtemelen. mesajlarımda gülen surattan geçilmiyor. 3 kere babamı 2 kere annemi aradım. 5-6 tane de ablama mesaj attım. hiç susmadan konuşasım. arada durup sırıtasım var.
bir de
aaaaşııklaar leeeeveeend olsaaaa
sevdaalaaar kemeeend olsaaa
elee geçmeeez bir içim suuuu
diye sesimi yüksek perdelerde dolaştırarak şarkı söyleyesim!!!

mektup göndermek dünyanın en harika işi.
babam bir şey istemişti onu gönderirken dur bir de sevdiceğime iki kelam yazayım dedim. onu da yazdım birini aps birini normal yolladım.
ptt deki insanlar falan bence çok tatlılar. böyle kaç tane mektup geçiyor kim bilir ellerinden ama hala bir merakları var.
ikidir ne gönderiyosun bakalım? sorusuyla karşılaşıyorum.
hatta bugün:
hımm bu aileve yoksaaaa bu aşk mektubu mu dedi.
ahahha.
güldüm epey. sonra birazda kızarmış olabilirim. bugün o kadar mutluyum ki çöpe attığım, dünyanın en klişe şeyi olarak nitelendirdiğim aşk hakkında bile konuşabilirim. ah aşk çiçek böcek ne hoş şey değil mi sevdiğim?

para çekmeye bankaya gittim. limiti tüketmiş olmak bile koymadı bana inanabiliyor musunuz? 15ine kadar 40 liram mevcut imiş. cektim hepsini. çicek böcek halaluyaa diye yürümeye devam ettim. migrosa geldim. şarap ve ananas aldım.
malum doğumgünüm yaklaşıyor ve benim o güne dair en büyük planım şarap ben oğuzman sahibe büyük ihtimalle. ahahahah

ananas ise. ımhhh... enfes bir meyve bence insanı yeniliyor. daha güzeli yok!
cebimizde ne kadarımız kaldı bakıyoruz? eeöö.. bakmayalım çünkü çok mutluyuz!!

bahar gelmiş gibi sanki bana. halbuki daha ocağın 7si?
erken bahar mı bu acaba? erken baharların sonu pek mutlu değildir ama yo yo sonunu düşünmeyelim.
medeniden 49 almışım. ahahaha
çok da kötü değil bence. 50 olsa daha bi iyiydi tabi.
yıl sonunda orda 49 yazar ise. beni beni beni bihterini demek suretiyle okulu yakarım.
malum 50 geçiyor.

ben bu mutlu halim geçmeden biraz anayasa bakayım bence. anayasa demişken geçen yıllarki sorular.. oh. neyse çalışınca olur bence.
hem bugün hava ne güzel ki öyleee..

6 Ocak 2011 Perşembe

beyin bedava?

/çalış çalış üç beş kuruş kazandım
onu da elimden aldın istanbul.
beni ne dertlere saldın istanbul/

ilk defa bir perşembe okula gitmek üzere gece karar verdim. heyecan dorukta idi. malum finalden önceki son iktisat dersi. bi gitmek lazım.
alarm çaldı yine çırpınarak uyandım. ama çok da geç yatmadığımdan mütevellit o kadar da acınacak durumda değildim. boğazımda bir kedi oturmuş gibi hissediyordum yine. ıhlamur kaynattım. bal kattım. giyindim. çıktım. ışıklarda otobüse el ettim. açtı kapılarını mutlu oldum. sonra ayakta dururkene biri kalktı ben oturdum falan. adeta keyfime diyecek yok. bu arada biraz kafam gitti geldi. bir an nerdeyiz acaba biz diye düşünürken buldum kendimi. sanki otobüs gereksiz bir sola dönmüş ve öyle gidiyormuş gibi hissettim. sonra yok yok kuruntu ediyorum dedim. sonra surların oraya gelince eveet. sen çok yanlış gelmişsin arkadaş dedim kendime.
yanımdaki adama bu otobüs nereye gidiyor diye sordum. tuhaf bir soru değil mi? ama ara sıra yolda insanları durdurup pardon burası neresi biz nerdeyiz diye soran bi insan olduğumdan bana çok da garip gelmedi açıkcası.
neyse adam eminönü dedi nasıl yani nasıl diye ağlamak istedim. sen neree gideceğdin dedi. beyazıt dedim. sen çok yanlış binmişin dedi. farkettm dedim. in sen burda şurdan şöyle gidersin dedi. güvendim. eyvallah dedim.
indim.
ama içimden sürekli nasıl olur ya diyorum. nasıl olur. orda beyazıt yazdığına yemin edebilirim!!

nerdeyiz?
unkapanı!!
anılarım canlandı bi an. ahahha yok yok kaset yaptırmaya gelmişliğim yok buraya. ilk sınav günü de okuldan buraya yürümüştüm. onlar falan canlandı gözümde. sonra soğukta hasta hasta bir yürüyüş sonunda okula ulaştım.
bu sırada aşırı derecede cebeciye benzeyen yerlerden geçtim. bir an lan dedim yoksa hepsi rüya mı? yada daha da fenası rüyamıydı? ben aslında ankara hukukta mıyım? neyse sonra bir yerde istanbul üniversitesi levhası gördüm de içim rahatladı.

derse yetiştim ve bütün bunlara rağmen.
tek ders yaptı. sonra levent haydi kahvaltı yapalım dedi. çok harika plan dedim. aslı börek dedi hadi bakalım dedim. (liseliler bilmez bizim okulun dışında çemberlitaşa doğru giderken bir aslı börek var ordan bahsediyor)
çıktık. bu sırada okuldan çıkarken levent gördün mü yeşil sopalı çocuğu dedi ne yeşili mal sarıydı o bildiğin bok sarısı dedim. dön bak bi daha dedi. sen bak dedim döndüm baktımç. yeşil!! ama sarı gördüğüme o kadar eminim ki. biri beynimde oynamalar yapıyor tabi eğer varsa.
neyse yürüdük şakalar sohbet falan. oturduk. çantamı çıkardım. kabanımı çıkardım. cebimdeki telefona bir uzandım ki...
uzanamadım.
yok!
levente baktım.
nee dedi.
dilim varmadı. bakmaya devam ettim.
telefonu mu unuttun dedi.
sustum. gideyim ben dedim.
sonra o yolu tekrar yürüdüm. hızlı yürüdüm ama içimden kendime ne kadar küfrettiğimi düşündükçe vay be ben ne terbiyesiz bi kızmışım diyorum şimdi.
bir yandan bulamazsam. ya biri aldıysa gibi düşünceler sardı dört bir yanımı. hattı bırakıp telefonu alsa bari falan gibi romantik cümleler geçirdim aklımdam.
sonra girdim. amfide nerde oturduğumu bile hatırlamıyorum tabi. sıraların altına bakarken kafamı falan vurdum. iyi de oldu ama. vurmak lazım bu kadar beyinsiz boş kafayı!
neyse buldum sonra. leventi aradım. ben gelmem artık sen gel dedim. yea bi kahvaltı yapacağdık sinirlendirme adamı gel şurda börekler çohoş bak dedi. içimden söve söve tekrardan gittim. neyse börek çay güzeldi ama. bu sırada bir kaç aptallık falan daha yaptım. çatalım falan düştü ama bunlar küçük şeyler artık. her beyinsiz insan yapar değil mi?

sonra hadi anayasaya girek o da son ders ne kalsa kulakta kar gibi bir bakış açısıyla hadi kalkalım dedik. sonra yok levent ben eve gideyim bence olmayacak bu iş böyle vallahi bir felakete daha tahammülüm yok. eve gideyim belki beynim yatakta falan kalmıştır. yerine koyayım düzelirim belki dedim. güldü iyi tamam dedi.
tramvaya bindim geldim.
evet şuana kadar daha bir felaket daha olmadı.
evde güvende olduğumu hissediyorum.
ama eminim 5 dakika daha dışarda dursaydım kendimi 1. köprüden eve yürümek zorunda falan bulacaktım sanıyorum ki tahmin edersiniz ki öyle bir durumda köprüde yürür çat aşağı bırakıverirdim kendimi ki en güzel çözüm olurdu tahminimce. bazen ölüp başka yerden başlamak istiyorum. ahahhaha hani bounce diye bi oyun vardı. eğer bi yerde kaydettiysen ölsen bile ordan başlıyordun. öyle olsun istiyorum. bi yerde kaydedeyim. ölüp ölüp ordan dirilme şansım olsun. bence güzel fikir.

/hani taş toprağın altın istanbul?/

4 Ocak 2011 Salı

tuhaf şeyler.

az önce çok tuhaf bir şey oldu!!
27 aralık da yazmaya başlayıp üşenip bıraktığım bir yazıya bugün devam ettim bitirdim ve kaydet dediğimde o tarihe attı. bence çok ilginç.
böyle sanki geçmiş de bir şeyleri düzeltmiş igibi hissettim kendimi.
keşke gerçekte de böyle boş sayfalar açıp bırakabilsem bi kaç sene sonra dönüp doldurmak için.
bence epey eğlenceli olurdu.
ya da geçmiş de açmış olsaydım keşke ve onları güzel güzel resimlerle süsleseydim şimdi.


**

az önce bir anda karanlık bastı. bütün evin ışıklarını yaktım.
daha bir hafta önce karanlık negzelşey mal mısın korkulur mu hiç diye çemkiren biri olarak bu yaptığımdan utandım. eğer korkularımı bile kendileştirecek kadar hayatıma sızmışsan ve ben korkularımı bile seninle şekillendirecek kadar kişiliksizmiş isem bütün haklarımı şuan sana evet sevgili ozan sana devredip yaşama hakkımdan feragat etmek istiyorum.

**

ayrıca boğazım ağrıyor yine. ateşim de olabilir.
ah ne güzel şey ıhlamurlu günler..
pazartesi anayasa. anayasa. anayasa...

3 Ocak 2011 Pazartesi

oyun

Oyun oynuyorum onunla.
O bunun farkında değil.
O bütün bunları düşünemeyecek kadar üşengeç.
Gözlerini bana öyle dikersen hiçbir şey söyleyemem.
Hiçbir şey düşünemem.

Düşünmek istemiyorum.

Bak sana çok güzel bi cümlem var o zaman. Bok ye! Sevdin mi?

**

Arkandan dolaştım. Ve sadece kafanı çevirirsen görebileceğin bir yerdeyim. Yani odama koştum ve kapının arkasına saklandım.
Beni gelip bulman o kadar kolay ki.
Bunu sen de biliyorsun. Ve o yüzden gelmiyorsun zaten. Beni gelip bulmanı istediğim için bacağımdan tutarak yatağın altından çıkaracağını bildiğin için yapmıyorsun bunu.
Ve ben sen beni bulana kadar gelip aramaya karar verene kadar çıkmamaya karar veriyorum.

Annemle yaşamıştık böyle bir şeyi.
Çok küçüktüm.
Anneme kızıp odama kaçmıştım. Ve saklanmıştım dolaba. Annemin beni bulmaması imkan dahilinde bile değildi.
Ama annem beni aramaya gelmemişti. Onun yerine puding yapmıştı. Ve bütün ev puding kokmuştu. Benim için önemli olansa puding yemek değil tencereyi sıyırmak olmuştu her zaman.
Dolabın içinde acı çekmiştim adeta. Sanki puding burnumun ucundaydı. Ve ben sadece koklayabiliyordum.
Koşa koşa mutfağa gitmiştim. Hiç bi şey olmamış gibi tencereye uzanmıştım ve sıyırmıştım.

Koşa koşa sana gelesim ve seninle resim yapasım. Ve 6 yaşına ait güzel bir anı olasım var. Boyama kitabı boyar gibi senle. Biliyorum birbirimizin boyamalarını beğenmeyeceğiz hiç . Sen bana taşırma diyeceksin ve ben senin zevksizliğinle kafayı yiyeceğim. Ben her yeri kırmızıya boyayacağım.

Ha sahi sen hangi rengi seçeceksin?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...