12 Ekim 2012 Cuma

hayvanat bahçesinden kartpostallar

benim bu filmi sevmem lazımdı. çok sevmem lazımdı. alıp sarılmak istemem lazımdı. olmadı. hayvanat bahçesi vardı. güzel kadın vardı, kovboylu sihirbaz vardı, zürafa vardı. zürafanın karnına dokunma hissi vardı. ne de güzeldi halbuki.
evcil dünyadan vahşi doğaya salıverilen hayvan değil de insan olsun bu sefer denmiş. insanı kısmen korunmalı bir bölgede büyütüp sonra insanlığın içine salıverilince ne olcak denmiş gibi. ama bi tarzan değil. zira filmde minik kızımızı yine insanlar büyütüyor. ama evcil hayvanlarla büyüyor, minik kaplanlar, aslanlarla, uzun bacaklı zürafalarla sadece onlar hakkında bir şeyler bilerek ama çok iyi ve ayrıntılı bilerek büyüyor. ama insanlığın içine hatta bir masaj salonuna geldiğinde bile göze batan bir bocalama yaşamıyor. hemen uyum sağlıyor. sadece hayvanları yıkamaya, masaj yapmaya alışmış elleri erkek bedeninde biraz hoyrat kalıyor.

filmde çok çok hoş sahneler, anlar vardı ama sanki daha başka çok güzel şeyler varmış da o sahneler yanmış o yüzden bunlarla idare etmemiz lazımmış gibi bi hava vardı. böyle tuhaf sahne değişmeler insanın içinde bi tamamlanmamışlık hissi uyandırıyordu. hani böyle bi rüya bitmeden uyanmış gibi. sanki hep giriş bölümünde kesilmiş gibi.

bunun yanı sıra hayvanlarla olan çekimler ve özellikle kızın kaplanla diyaloğu çok sevimliydi. kadına zürafayı en güzel hayvan olarak belirleme hususunda yüzde yüz katılıyorum. bir de aslında bu yarı korunaklı insanlıktan kısmen uzak hayvanat bahçesinde bile güzelliğin belli kalıplar içinde olduğunu anlatılıyordu aslında lana bir yandanda. "kadının uzun inca bacaklısı ve uzun boyunlusu güzel olur" tıpkı zürafa gibi. bunu zürafayı sevdiği için mi kadına bu özellikleri yakıştırıyor yoksa kadına bu özellikler yakıştırıldığı için mi bütün bu özelliklere aşırı da olsa haiz olan zürafayı güzel buluyor biraz muallak. zürafanın bu zarifliğine karşı aslında ne kadar sorunlu olduğu o incecik bacaklarının üstünde kelimenin tam anlamıyla bir ömür geçirdiğini bilmek ise aslında bu filmden öğrendiğim bir şey değildi. yekta kopanın daha önce tanışmışmıydık adlı kitabındaki bir öyküsünde rastlamıştım.
"Bomboş bir bahçede zürafalar görüyorsun. Dişi zürafa dünyanın en
hüzünlü canlılarından biri. Hüzünlü olduğu kadar çaresiz. ince uzun
bacaklarını kırarak oturamadığı ya da yan yatmayı baþaramadığı için
doğum sırasında oldukça yüksekten düşecek olan yavrusunu
kaybetme korkusuyla geçiriyor hamilelik dönemini. Sonra doğum anı
geliyor. Yüzyıllardır süren gelenek değişmiyor ve doğanın zürafaya
verdiği kabiliyetsizlik sonucunda yüksekten düşerek doğmak zorunda
olan bebek zürafa, ilk nefesinden itibaren bir yaşama savaşına
başlıyor. işin acısı bu ilk savaşında düşman bir anlamda annesi.
Doğum sırasında anne zürafanın altına bir ağ gerilmesi gerektiğini
düşünüyorsun. Sonra bir anda kendini göbeğinde bir kordonla
düşerken görüyorsun. Hafif ıslak, şaşkın ve çırılçıplak, aşağı doğru
süzülüyorsun. Altında ağ yoksa düşüp ölebilirsin. Kısa bir an tepende
ne olduğuna bakıyorsun, sonra gözlerin ya ağ yoksa korkusuyla aşağı
doğru dönüyor ve aşağıda..…" 

filmde en sevdiğim şey hızlı değişkenli elbiseydi ondan bulup almalı. böylelikle sabah okula akşam tiyatroya gece asmalıya eve hiç uğramadan gidilebilir.
bir de su aygırının olduğu havuza yağmur yağışı vardı ki o benim en sevdiğim. en bayıldığım yerdi.

filmin konusu zaten tamamen kitapçıkta bahsolan kadar. dönmeye çalışması gibi bi şey yok ama. varsada filmdeki yanan sahneler arasında onlarda varmış. ben böyle daha bir o masumiyeti kaybetme falan gibi bir şey bekliyordum ama olmadı. ya da belki ben anlamadım hatta sonunda zürafanın karnına dokunurken tekrardan o masumluğu saflığı kazanıyordu da ben bilemedim.


Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...