31 Mart 2011 Perşembe

Parfen Rogojin

rogojin, rogojin, rogojin..

hoş geldin, lütfen kendine bir içki koy, ve otur şöyle.

votka yok. biliyorsun votka çabuk çarpıyor beni. viski sevmez misin? bardaklar orda. evet. epey zaman oldu değil mi görüşmeyeli. seni neden çağırdığımı merak ettiğini okuyorum gözlerinden.
ah rogojin.. izin ver biraz bakayım sana önce.
sigara?

çılk.çın. hıfs.

nasılsın? ciddi konulara hemen dalamam biliyorsun. biraz içelim önce.
aslında ben seni beklerken epey içtim. sen buyur lütfen.

..

sen çok başkasın be parfen. öyle saf öyle temiz bir yanın var ki.. sana bakarken bile gözlerim doluyor şuracıkta. prens hakkındaki düşüncelerimi biliyorsun. yo yo biliyorum sen şimdi onu savunacak kadar iyi kalplisin. savunmak da değil de toz kondurmamak.
"sen karşımda değilken sana kızıyorum Lev Nikolayeviç, 3 aydır seni görmedim ve şimdi 15 dakikadır karşımdasın hiç öfkem kalması sana karşı seni eskisi gibi seviyorum."
böyle diyebilen bir adamsın sen. üstelik sevdiğin kadınla mutlu olamayacağını daha da fenası onu mutlu edemeyeceğini bas bas bağıran bir adama karşı.
ne diyor "acımayla seviyorum." peh! öyle sevgi mi olur be rogojin? adam olan bizim gibi sever değil mi? öldüresiye sevmek. biz doğrusunu yapıyoruz rogojin. ve ellerine sağlık. o kevaşeye kaç kere vurduysan hepsini de haketmişti. sonra nasıl da pişman oldun ama. üzülmek zayıf yandır ve üzüldüğünü belli etmek her şeyin sonudur be belalım. sen bütün her şeyini serdin en başından. bütün kapılarını açtın. ama bak cereyan yaptı. hasta oldun. hastalıklı bir aşkın oldu. tutkun oldun.

yine de sabrına hayran olmamak el de değil. bir insan bu kadar terk edilsin bu kadar yüz üstü bırakılsın yine de vazgeçmesin. olacak iş değil.
sana ve sabrına içelim rogojin!
efendim ne dedin?
sabır değil aşk mı?
peki öyle olsun seni mi kıracağım?
aşkına içelim!

bak ne dicem bana darılmazsın değil mi? pek bi salaksın sen. tamam aşıksın ama her aşkın bir salaklık kontenjanı vardır muhakkak. 1, 2, 3, 4? bi insan kaç kere aldatılabilir? kaç kere kullanılabilir? seni benim gözümde bu kadar mükemmelleştiren ne oldu biliyor musun? bütün her şeyi bilip hala orda durman. en çok prense bıçak bilerken, "benim onu sevdiğim gibi o da başkasını seviyor ve o başkası da sensin" derken aynı anda "demek senin acımayla sevgin benim aşkımdan büyük" dedin.
nasıl yaptın bunu?
nasıl aynı anda hem bu kadar deli hem bu kadar munis olabildin. hiç için içini yemedi mi? ben bu adama neler teklif ettim. trende görür görmez hemen nasıl sevdim dostum arkadaşım belledim. 5 kuruşsuzken evimin kapılarını açtım yemeğime ortak olsun diye kaşık verdim eline o ne yaptı demedin mi? bunlar beni aptal yerine koyuyor demedin mi? ha sahi onu dedin. yani bunları bir hesap sormaktan uzak olarak düşündün hep. neden prens diye düşündün belki ama neden ben bu kadar aptalım diye düşünmedin mi? ya da bu adam nasıl bu kadar küstah olabiliyor. bir de herkesi ben mükemmelim ben çok safım, çok iyi insanım diye kandırıyor. yo yo. o gerçek bi budala. ve ona inandığın onu sevdiğin, onu her halde sevdiğin için sen de budalasın!

siyah saçların... seni uzun boylu hayal ettim ben hep. kararlı gözü kara bakışlıydın. ama o kadın yüzünden o kadar zayıfladın ki. omuzların çöktü mesela. halbuki ilk tren de gelirken o her şeyle hayatla ve parayla dalga geçer halin öyle canlı ki. sigara içişin bile değişmiş o ilk günden bu güne. bir insanın kendine bu kadar zarar vermesi akıldışı bir şey aslını istersen. ama seni her zaman anladığımı biliyorsun.

zaman tersine işliyor gibi. o trende çekilen resim renkli, en son odada çekilen resim siyah beyaz. avurtların herhangi bir rus klasiğinde belirtilenin iki katı çökmüş. senin sonunu getiren samimiyetin iyi niyetin ve cömertiğin oldu ne dersen de rogojin. sevgin ve paran konusunda kesenin ağzını hiç kapatmadın. olacak da oldu zaten..

nice zaman sonra bekir de geldin aklıma. bekir de senin gibi. babadan zengin ama her şeyini bir kevaşe uğruna gömüyor ardı sıra. kovalamaca oynuyor. o senin gibi yapmıyor ama. yapmak istiyor. belki en çok istediği şey o tetiği uğur'un kafasına dayalı iken silah çekmek. ama o zamanlamayı bulamıyor senin gibi. uğur bi kere bekire gelseydi belki bekir de kendi yerine uğuru öldürürdü.

sen bu yüzden o bıçağı 2 parmak ileri sokuverdin. senin olduğu anda artık sende kalsın diye. prensten kaçtığı anda. tam o gece hemen. gitmeden. en doğrusunu yaptın sen. bazen tam da öyle yapmak gerek.

30 Mart 2011 Çarşamba

ululardandaulubilgeyesorular

-birini unutamamak nasıl bir şeydir ulu bilge?
-bana unuttuğun tek bir şey söyleyebilir misin?

29 Mart 2011 Salı

börtlenli çiz kek.


epey geçenlerde wafflecı da börtlen görüp 5 yaşında çocuk misalı tutturarak bir paketini alıp eve getirdim.

dondurumuş falan ama çözülünce pek hoş oluyor.

sonra dayanamadın geçenlerde çiz kek yaptım.

bu sırada elektrikler kesildi. üzüldüm. böyle şeyler filmlerde olmuyor. halbuki ben film gibi olsun istiyorum hep.

güzel oldu aslında. hatta fulya geldiğinde yedi nerden aldın dedi. ben yaptım diyince şaşırdı. mutlu oldum böyle olunca sanırım. pastane açmaya az kaldı bak. bir dava kazanmak mı yoksa güzel pasta yapmak mı?

çok zor sordun yahu?

ahahaha diye gülme hakkımı kullanmak istiyorum.


bu okul kolay derken bak ben ne farkettim.

bazı şeyler kolay başlar sonra çozutur.


bugün nerden çıktı peki geçenlerde yaptığım börtlenli çiz kek?

ne bileyim içimden geldi. her şeyi de sorma be çocuk.

28 Mart 2011 Pazartesi

uyuyamıyorum abi sendromu

uyuyamıyorum abi sendromu çok yaygın bir hastalıktır.
herkesin zaman zaman başındadır.
kimi zaman nasıl öküz gibi 20 saat uyuyorsak kimi zaman saatlerce uyuyamaz yatağımızda bir öyle bir böyle döneriz. bu hastalık günümüzde genç insanların dilinde sakızdır.
3e 4e kadar yatağında bir sağa bir sola dönüp en sonunda sızıp öğlen 2'ye kadar uyumak bir uyuyamıyorum abi ben sendromu değildir.
bu abi benim biyolojik saatim şeyoldu sendromudur. bu sendromun sebebi bilgisayardır canlarım. internettir. oyundur. zira bilinmelidir ki bilgisayar gerek gönderdiği ışınlar, gerek gönderdiği mesajlar olaraktan inanılmaz bir uyarıcıdır. beyni sulandırırken uyku açar. kahveden bile daha kafeinsel etki yapar.
bu sendromu bilgisayaı kapatıp, kitap okuyarak aşabiliriz. panik yapmayın.

uyuyamıyorum abi sendromu ise şu şekildedir.

perşembe saat 23:55
arkadaş sana geliyorum der. buyur edilir. konuşulur, uzun zamandır görüşmemiş olmaktan ötürü bir kuble "sensiz neler yaptım" çalınır. akabinde yea hadi bir film izleyelim denir.
the burning plain konur. arkadaş hafif sıza sıza izler sen pür dikkat izlersin. film kapağında eşşek kadar yazan, 21 gram, babil paramparça aşklar ve köpekler yönetmeninden yazısının yarattığı beklentiyi tan olarak karşılamadan biter. arkadaşa kalk git yatağa yat denir. arkadaş kalkıp yatağa gider iken saate bakılır 3 buçuk 4 e meyletmektedir. daha evvelden alınmış bir tavsiye hatırlanır,
"biri yanında uyursa sen de uyursun"

ve bu büyülü sesin önerisine kulak verilir. günlerdir 2-3 saatle uyku faslını kapatan biri olaraktan önce diş fırçalanır ve sonra yatağa hadi bakalım rastgele diyerekten uzanılır.

arkadaşın mışıltıları duyulur.
sağa dönüşür.
arkadaşın mışıltıları devam eder.
sola dönülür.
olamayacaktır böyle.
tavana bakılır.
hiç olmayacaktır. kalkılıp salona gidilir ve kitap okunur.
kitap biter. saat 6 buçuğa veda etmektedir.

tekrar önce sağ, sonra sol sonra tavan üçlemesi başlar. su içme ihtiyacı duyulur. gidilir su içilir tekrar yatağa dönülür.
sağ sol tavan ayini tekrarlanır. bu sefer çiş gelir, gidip ihtiyaç görülür. bu sırada saatler 07:17'i göstermektedir. kafa yastığa gömülür ve nice zaman sonra kişi dalar.

cuma saat 9:03
telefon çalar.
uyanılır. cevaplanır. ve akabinde tekrar uyunamaz. arayana küfretmemek içten değildir.
bir kitap seçilip salona yolculuk başlar.
arkadaş ise hala uyuyordur.
ara sıra kitabı kapatıp kıskançlıkla yanına gidilir. nasıl uyuyor lan. diye iç geçirilir. sinirden tepesinde çekirdek çitlenir. derken saat 1 edilir. 1 de arkadaş hayata gözlerini açar. esner falan.

cuma saat 23:00

ankaradan gelen bir arkadaş ile taksimde buluşulur. önce j'ador da sıcak çikolata içilir. oranın kapanması ile bir bara gidilip bir şeyler içilir. ordan çıkıp cihangirde sabahlayalım o zaman fikri ortaya atılır ve uygulamaya konur. sabah edilir. etraf aydınlanmaya başlar, en sevilen sabahınki olan gökyüzü mavisi aranır. bulunamaz. o mavi ankarada kalmış demek. neyse sorun değil.

cumartesi saat: 5:30

balıklı bir çayhanede çay içilir. güne merhaba denir. tramway çalışana kadar beklenir. bu sırada cihangirden karaköye yürünür. ordan ver elini çapa. eve gelinir. fıldır fıldır dönen gözleri görmeyip esneye arkadaşa içten bir sövülür. "ben yatıyorum yea alarm kuralım ben 2 de uyanayım" der. ağlamaklı bir halde "gerek yok ben uyanık olurum ühüüü" denir. arkadaş uyur, kitaba devam edilir.

cumartesi saat 11:28

abla uyanır. salonda kardeşi görür. kaçta geldin dün akşam der. bu sabah geldim diyip gülümsenir. uyamadın mı der. gözler usulcanak yere kıvrılır sanki bir utancı örtüyormuşcasına.

o arkadaşına gidecektir. ona kıyafet seçilir. saçı yapılır.

cumartesi saat 12:45

abla evden çıkar. arkadaşa sinir olma hat safhadadır. hala uyumaktadır. en iyisi ben duş alayım diyip duşa girilir.

cumartesi saat 13:40

kıskançlıkla eöa yeter artık diyip arkadaşa saat 2 diyerekten uyandırılır. bu sırada ankaradan gelen kimseler ortaköydedir. oraya gidilecektir.

cumartesi saat 15:00

kabataşta sarıyer otobüsü beklenmektedir. ortaköye gider iken çırağanı geçince bir iç geçmesi yaşanır. ortaköyde yandaki teyzenin uyarısı ile inilir.

cumartesi saat 17:05

ortaköyden beşiktaşa yürünür.
sahilde oturmak üsküdara geçmek kabataşa dönmek ve taksime gitmek gibi etkinlikler gerçekleşir.

pazar saat 01:45
çalan şarkı it's my lifeTır baba aradığında da telefnda bu şarkı çaldığından hafif bir uç buçuk atılır, sonra dans etmeye devam edilir.

pazar saat 02:45
alihandro çalmamış olmasının verdiği derin hüzün ile undostres diyerek ricky martine koşulur.

pazar saat 03:00
mekan terkedilir. meydana yürünür.

pazar saat 03:30
dolmuşa binilr.

pazar saat 03:55
dolmuştan inilir.

pazar saat 04:03
eve gelinir.

pazar saat 04:11
diş fırçalanır ve yatılır.

pazar saat 11:06
çalan şarkı it's my life'tır. arayan babadır.
günaydın.

pazartesi saat 03:07
kırmızı adlı yazar bu satırları yazmaktadır.

26 Mart 2011 Cumartesi

sabah-ı istanbul

herkesi kovalım bu şehirden.
vize uygulaması başlasın! başlasın!
kimseler gelmesin artık daha fazla.
evet bencilim.
hele şu shoppingfest olayına uyuz oluyorum. milyon adet insan!!! kalabalıkfobim var benim. e o zaman neden geldin istanbullara diyecek olursanız ise bu korkumdan bihaberdim ben. ne zamanki amfi1'e girdim ve 1000 kişiyi karşımda gördüm işte o an benim midemde karıncalanma, karnımda bir hamster oynaşma başladı. kalabalık gördüğüm an beynim uyuşuyor. zaten o uğultu ise direk intihar sebebi. kapalı yer fobimde var sanırım yer yer buhran olarak meydana çıkıyor. ama bütün bunların konumuzla alakası yok.


bu şehrin en güzel hali ne diye sorsanız bana sabaha karşı 4 6 arası derim.
böyle bir muhteşemlik, böyle bir yalnızlık böyle bir masal olamaz.
üşüyorsun. malum denizden denizden esiyor. ama bir yandan öyle güzel ki.


insan istanbulda yaşayıp da bir kez olsun sabahlamamışsa aslında yaşamamştır.
cihangirdeki o tepeden gece ayın denizde oynayışına gönlünü kaptırıp dalmamışsa, bir yanda galatakulesi karşıda saray burnu yüreğinin sonsuzluğunu o karanlık geceye meze etmemişse yaşamamıştır.

çok az kullanırım bu tabiri.
ölmeden önce yapılması gereken şeyler listem olmadı hiç bir zaman.
ama bu yapılmalıymış meğersem.


sabah güneşin ışıklarını her yerde bulup da kendisini karaköyde bulamamak. sonra galata köprüsünün üstündeyken o koca bir şeftali gibi yepyeni bir güne doğarken. onun yükselişini görmek.

dünya dönüyor demek.
kıpkırmızı gözlerle başını yaslamak...


sabah görüşülen ablanın "aşık mı oldun sen ne bu gözlerin ışıl ışıl?" sorusuna ise bütün hücrelerle uykusuzlukla "evet!" cevabını vermek. "evet hem de daha önce hiç olmadığım kadar, bir şehre aşık oldum ben!"

23 Mart 2011 Çarşamba

isimsiz.karşılaşma,

arkama bakmama gerek yoktu. kimse adımı onun gibi söylememişti bugüne kadar. usulca elimdeki kitabı kapattım. şaşkın ifademi silmeye çalışıp arkamı dönüp gülümsedim.
(umarım böyle yapmamışımdır. önce gülümsemeyi ayarlayıp öyle dönmüşümdür.)

nasıl oldu kim davet etti bilmiyorum. bir anda balkonlu bir cafede bulduk kendimizi. balkonda yer boşaldı. oturduk.
onsuz geçen hayatı anlatma faslı hızlıydı. ne oldu ne bitti sanki her şeyiyle anlatmalıydım. tabi hiç bir şey anlatmadım aslında. ben aşık oldum diyemedim mesela.

(en son hala sana aşığım diyemediğim gibi)

o da iyi gözüküyordu zaten. iyi olduğunu da söyledi. her şey yolundaymış. ben hayatımda biri var demey utandığımdan ona da hayatında biri var mı diyemedim. havalardan açtım muhabbeti. ne kadar güzel değil mi bahar gibi saçma cümleler kurdum. o da bana eşlik etti. sonra en realist rus tavrıyla bunların aldatıcı bahar olduğunu soğukların tekrar geleceğini söyledi. sanırım o an neden bitti sorusu kapandı.

sonra bir süre konuşmadık. ben çakmakla oynadım. o beni izledi. bakışlarını önce ellerimde sonra dudaklarımda burnumda yanaklarımda hissettim. tuhaf şeymiş. bir kitap cümlesi olarak anlamlandırılamaz yaşarken anlaşılamaz bir şey. ama sanki parmaklarıyla dokunuyormuş gibi gözlerini hissediyordum.

aslında bu tesadüf hoştu. özlemişim farketmesem de. ama buraya gelmek, konuşacak hiç bir şeyimiz olmadığı halde konuşacak çok şeyi olan insan taklidi yapmamız çekilmez şey. kalkmayı düşünüyorum. telefonum çalsa keşke.

bu sırada o 2 kahve diyor. anlamaz bakıyorum yüzüne. sonra hiç bir şey diyemiyorum.

bu sessizlik daha da fena yapıyor her şeyi. ikimizde içimizden konuşuyoruz belli. daha da kötüsü bunları dışımızdan söyledik sayıyoruz. masadaki sessizliği çakmak sigara ve kül tablası dışında farkeden yok.

boşluğu doldurmak ve sırf bir şeylerle ilgilenmek için bir sigara yakıyorum. hala ilk seferde yakamıyorum çakmağı. dalga geçiyor mu acaba içinde. o da kibrit yakamazdı. ne var yani bunda?

yeni oyundan bahsediyorum ona. istiyorum ki sorsun. ne zaman sahnelenecek desin. ama sormuyor. hata dinlemiyor sanki.
saçımı farketti mi acaba?
oyun için kestirdiğimi söylüyorum. oyunda oynayan insanları anlatıyorum uzun uzun. hala ilgisini çekmiyor. ne zaman çekti ki zaten...

sırf iş olsun diye "kitap işini ne yaptın?" diye soruyorum. halbuki vazgeçtiğini duymuştum bir kaç arkadaştan. üzülmüştümde açıkcası. o kitabın bir yerlerinde bana bir işaret olacağını ummuştum hep içten içe. yayın evleriyle konuştuğunu söylüyor. hala yalan söylüyor. yenilmeyi hiç kabul edemiyor. hala burnu hep kaf dağında. dudaklarımı kemiriyorum sanırım bu sırada.

bu sırada o okuduğu kitaplardan yeni yazarlardan başlıyor anlatmaya. kitap anlatmaya bayılır zaten. sırf muhabbete karışmama için safi o anlatsın diye bahsettiği kitabı okumamış gibi yapıyorum. onun gözünden okumayı hep sevmişimdir aslında. onun uydurmalarını eklemelerini çıkarmalarını...

bir de kitabın içine mutlaka bizi sokardı yazara sormadan. en çok da bu huyunu severdim ama yapmıyor bu sefer. araya kendi meyhane anılarını sokuyor. içim burkuluyor. onu bir annenin çocuğunu sevişi gibi sevmek istiyorum tam o an. elim uzanıyor. tutup öpsün istiyorum. ama yapmıyor. susup bakıyor. yanağına dokunuyorum. sakalları yine her zamanki gibi. sevmek istiyorum ama yapamam biliyorum, bir şey alır gibi yapıyorum.
keşke yapmasaydım diyorum. sanki bir anlamı varmış gibi susuyor. susuyorum.

kahveyi hızlı içiyor. belki o da kalkmak istiyor.
dayanamıyorum. sanki en baştan beri çok yanlış bir şey yapıyoruz gibi hissediyorum zaten.
"kalkalım mı?" diyorum.
her zamanki üşengeçliğiyle nereye gidicez diyor. hep böyle derdi. ne güzel oturuyoruz iş te keyfimiz güzel nereye gidicez.
istersen sen kal ben gidiyorum demek geliyor içimden. yapamıyorum.
gülümsüyorum. yürürüz biraz diyorum.

o ise asıl demek istediğimi anlamış gibi huzursuz bir yüz ifadesi yerleştiriyor yüzüne. hep sonradan anlardı da hep çok geç olurdu. neden böyle ki bu adam?
hiç değişmiyor bir de. saçları sakalı herşeyiyle aynı.
garsona seslenişi bile. çıkıyoruz ordan. yürüyoruz.
telefonum çalıyor. acil bir işim çıktı diyip yarı yolda geri dönüyorum.
sormuyor bu kez ne oldu diye.
öpemiyorum.
sadece içi boş bir görüşürüz diyip hızlı hızlı yürüyorum.

isimsiz.karşılaşma.

Oturuyoruz karşılıklı.

Susuyoruz. Ne zamandan beri susuyoruz bilmiyorum. Kelimeler tükendiği için mi susuyoruz yoksa konuşacak bir şey kalmadığı için mi? Bu ikisi yoksa aynı şey mi? Ve yoksa biz tükendiğimiz için mi susuyoruz?


Bakmıyor yüzüme. Elinde çakmağı döndürüyor. Ona bakıyor. Ben de pakete uzansam ve onu döndürsem böylece saatlerce otururuz gibime geliyor. Garson geçiyor yanımızdan o sırada sırf susmaktan sıkıldığım için iki 50’lik daha söylüyorum. O sırada bakıyor bana. Belki sırf baksın diye söylemişimdir. İçersin değil mi diyorum. Evet demiyor başını sallıyor sanki ya da gülümsüyor. Ama olumsuzluk anlamı yok.
Ya da çay mı dedim acaba? Ne içtiğimizin bir önemi de yok gerçi.

İçtiğimden de bir şey anlamıyorum böylece otururken. Karşılaştığımız anda çakır keyif oluyorum zaten. O bana baktıkça sarhoşluğa doğru kayıyor her şey. şimdi nerdeyim bilmiyorum.
Sigaraya uzanıyor. Çekip alıyor bir tane. Dudaklarına götürüyor. Çakmakla cebelleşiyor bir süre. Elleri mi titriyor yoksa? Benim dizlerim de mi titriyor ne?
Yakıyor dumanı yan tarafa doğru üflüyor.
Bir şeyler anlatmaya başlıyor.
Dinlemiyorum.
İçimden ah be güzelim diyorum. Ah.. sen sigara içmezken ne güzeldin…

Saçlarını kestirmiş kısacık. Ne zaman kestirdin diye sormak istiyorum ama o ne hakkında konuşuyor bilmediğimden muhabbetle alakasız kaçacağından korkuyorum.
“ee sen kitap işini ne yaptın?” diye soruyor bu arada. İyi ki bunu duydum. “konuşuyorum yayınevleriyle hala” diyorum. Yattı o iş diyemiyorum. Havalardan mı dem vursam diyorum ama o muhabbeti de geçmiştik sanıyorum. Nasılsın ne haberden sonra onu da tüketmiştik. Hatta sanırım sessizlik tam olarak hava durumundan sonraya denk gelmişti.
Bir dizi başlamalıydı. yayın akışı böyle olmalıydı. O sırada bir anda “suskunlar”ı okudun mu diyorum. Hayır ama puslu kıtalar atlasını okudum diyor. İhsan Oktay anar hakkında bir muhabbet başlıyor. Ben anlatıyorum suskunları. Ta en başından eflatunun sesi duymasından alıyorum. İyi de oluyor. Onunla beraber saray burnunu gezdiriyorum ona. Sonra Tahtakale derken eminönüne iniyoruz. Burada kitabı kapatıp galata köprüsü ve altındaki meyhanelerden açıyorum ben sözü. Gülümeyerek dinliyor o. Lafa karışmıyor. Hep böyle yapardı zaten. Heyecanlarımı bölmezdi hiç. En çok bu yüzden severdim onu. Serverdim. Hala severim. Gerçekten mi? Bunu dışımdan söylememişimdir heralde.

Sonra tekrar kitabı açıp karaköye geçiriyorum ikimizi. Şahit olduğumuz 7 günahı kimi zaman uydurarak anlatıyorum. Ses etmiyor. O benim gibi ukala olmadı hiçbir zaman. Hatalarımı yüzüme vurmadı. Derken eli yüzüme uzanıyor. Tedirgin oluyorum ama nednese geri kaçılmıyorum. Sakallarıma uzanıyor eli. Arasından bir şey alıyor üç parmağıyla. Sonra yana doğru bırakıyor.

Bunu gerçekten yüzümde bir şey olduğu için mi yaptı yoksa bana dokunmak için mi kestiremiyorum. Kafam dağılıyor. Konuya geri dönemiyorum. Gözlerimi kaçırıyorum onun yerine. Yan binada bir pencere ilişiyor gözüme. Perdesi ağzına kadar açık. Televizyon kabak gibi meydanda. Sürekli kanalı değiştiriyor biri.

Sürekli.

Kıskanıyorum. Ben de sürekli kanalı değiştirmek istiyorum. Daha kanalda ne olduğunu anlamadan

çat!

Çat!

Çat!

Değiştirmek istiyorum.
Sonra bi an da eski bir dizinin tekrar bölümleri denk gelsin istiyorum.
Bak güzelim demek istiyorum ona. Bizim bu hava durumundan sonra yayınladığımız program pek tutmadı gel biz bunu izleyelim. Eski iyidir demek geliyor içimden.
Onun hangi kanalı açık bilmiyorum. Biz ne zamandır farklı televizyonlar izliyoruz. Belki aynı kanala bakıyoruzdur arada. Bakmasak burada böyle oturamazdık değil mi?

“kalkalım mı?” diyor.
Bir anda hiç beklememiş olduğumu fark ediyorum.
Demek garson siparişleri getirdi ve biz içtik bile onları. Çay mıydı bira mıydı?
Biraz aklım başımda olsaydı ne dediğimi yakalayamadım belki ne içtiğimi yakalardım.
“Nereye gidicez ki?” diyorum. Anında hatamı fark edip kafama vuruyorum hayalimde.
Kalkalım mı demek hadi başka bir yere gidelim demek değildi küçük aptal diyor beynim. Geri almak istiyorum bu lafı. Kalkalım mı demek bak biz tükeneli çok olmuş hadi sen yoluna ben yoluma demek.

Yine yanlış anlıyorum.
Yine dedim bak. Demek önceden de yanlış anlarmışım.
Aslında en başından beri ben hep yanlış anlamışım.
Gülümsüyor o. Yürürüz biraz diyor.
Çok nazik kız. Kırmıyor hiçbir zaman beni. Hep ben kırıyorum değil mi?
Garsondan hesabı istiyorum.
“kasaya ödüyorsunuz abi” diyor.

21 Mart 2011 Pazartesi

yaratıcı çözümler

baş ağrısından kurtulmanın en güzel yolu başımızı 5 kere karamazov kardeşlere vurmaktır.
geçmedi ise 3-4 kere huzursuzluğun kitabı
2 de büyücü deneyin.
bayılacaksınız!!!!

19 Mart 2011 Cumartesi

sana sarı laleler aldım çiçek pazarından yazısı.2

ay yüzlüm yine ben.
bak ne oldu bugün.
bugün. bugün çok boktandı be zeytin gözlüm.
bugün yapılması planlanan çok iş vardı ama yağmurun sesi her şeyi bozdu. perdeyi aralayıp dışarı bakmadım bile. kimsesizliğe terk ettim bugün her yeri.
koltuğumdan hiç kalkmadım.
sanki böyle yaparak mirandayı daha iyi anlayacak mışım gibi oldu.
ben ne zaman birini çok iyi anlasam ölüyor be nar tanem. ne yapacağız bunu?
sigara bile içmedim bugün. ne tuhaf. mutfağa gidip su içmek ve sonra onu tuvalete iade etmek dışında hiç bir şey yapmadım.

Sabah.

sabah uzun süre tavana baktım. malum. odamda değlim artık. salon tavanı pek bi ilginç geldi ondan. ezbere bilmediğim noktalar.. ezbere bilmediğim haritalar. işte tam o sırada bir şey oldu.
patır patır..
masaya bakıyorum.
vazoda laleler..
yapraklar düşüyor.


ölüyor gözümün önünde. sen bunu hayatta anlamazdın değil mi beyaz ellim. neden neden der kafayı yerdin belki. suyu var sıcaklık iyi neden vazgeçti yapraklarından?

halbuki solmuş eğilmiş başını toparlayıp asilliğine kavuşunca nasıl da sevinmiştik. iyi şeyleri sorgulamadan kabul etmek bizim hamurumuzda var değil mi çapkın bakışlım?

ayakta ölmek ağaçlara mahsus değilmiş demek bak. lalelerde ayakta ölüyormuş. hikmetçiğim olsa idi HA-HA! derdi burda değil mi? sen de der misin?
üzüldüm be selvi boylum. o yaprakların öylece düştüğünü görüp de hiç bir şey yapamadığıma üzüldüm. tuhaf oluyor insan. bir de tahmin edebileceğin gibi yapraksız o sap pek bir şeye benzemiyor. ama sönük yapraklar inadına, inadına canlı. sanırsın birazdan tekrar canlanacak ve yaprakları en baştan çıkacak.
bir rahatlamış sanki yapraklar dökülünce. içimde neler saklıyordum ben de siz hep bana perde oldunuz der gibi. demiyordur ama değil mi? bu benim kendi iç hesapçılığım. o da farkındadır değil mi solmuş bile olsa yaprakları olmadan bi bok olamayacağının?


içimden daha yapraklarını dökmemişleri toplayıp camdan atmak geldi. vazgeçişler beni ziyadesiyle üzüyor. onu görmemektense ölsünler daha iyi.
güzel ölmek lazım helva yüreklim. çirkin ölmek bir tuhaf. tükenmişlik var. halbuki ben hep en güzel yerinde bırakma yanlısıyım.
tadı kalsın.
yarım kalsın.
sen
in
yar
ın
ben
im
yar
ım.


sarı laleler alma bana bundan sonra. değişecek şeyler alma iğde kokulu sevdiğim.

iğde demişken bu şehrin neresi iğde kokar?

15 Mart 2011 Salı

sana sarı laleler aldım çiçek pazarından yazısı.

laleleri bilir misin sen küçüğüm?
susuz bırakırsın boyunlarını bükerler sonra vazo bulup buluşturup suya koydun mu dirilirler adeta. inanamıyor insan değil mi ay yüzlüm?
göremiyorsun bir de o anı. saatlerce gözlerimi diktim baktım. bi türlü o hareketi yakalayamadım. zaten yelkovanı da hareket ederken yakalayamazdım ben.
nasıl bir anda ilerliyor o öyle. o tık anını neden göremiyorum ben hiç. değişim anlarını hiç göremedim ben. hep gittikten sonra farkettim. giderken farketsem belki... yok hiç sanmıyorum dürüst olalım.

konu karıştı lalelerden açmıştık değil mi? sana sarı laleler aldım çiçek pazarından.
teşekür ederim aşkuş ama bak onlar lale. onlar diriliyor onlar canlanıyor. bilmem kaç derecede bambaşka renk açan laleler var uyuduğum biyoloji dersinden kalmış aklımda. rengi aynı kalıyordu da yaprağı mı kıvrık oluyordu.
öyle mi olayım. öyle değişken mi olayım?
bir şeyi beklerken her şeyiyle düşün çocuk suratlım.
kötü örnek örnek değildir deme. bir şeyin iyi yanlarını alamazsın hiç bir zaman üzüm gözlüm. onun o iyi yanlarını inşaa eden nelerdir sanıyorsun sen gül dudaklım.
hem bak ne dicem. sarı lale ayrılık be nar tanem. ne yaptın sen? sen bir şeye başka anlamlar yüklesen de her şey tdk da yazıldığı gibi aslında.

"-gerçekten çiçek pazarından mı?
-gerçekten.."


12 çocuğumuz olsun. olsun mu?
bugün "evlilik birlikte bir apartman yapmaktır" lafı ilişti kulağıma muhtemelen mühendisti bunu diyen. imzada temel atılıyormuş her çocuk bir kat. ahahah
zemin artı 12.
çok yüksek değil mi?
temeli sağlam atarsak. ahhaha.

12 Mart 2011 Cumartesi

karıncalar.

deli gibi üşüyorum yeşilçam sinemasında.
montuma sarınmışım ama yetmiyor. o an koltuğun kolları olsun uzansın sarsın sarmalasın ya da bir anda biri bana bi şal getirsin istiyorum sonsuz kadar.

javier bardem sigara içiyor karşımda.

titreme geliyor ara ara. milyonlarca karınca dolaşıyor sanki o an.
üzerimde. içimde. kemiklerimin üstünde. damarlarımın çevresini sarmışlar gibi. yuvaları değilim ama ben. olmamalıyım. ben sadece bir geçit yoluyum. öyle olmalıyım.

karısı ayağını masaya koymuş sigara içiyor bu sefer. böyle bir burnum olsa değil filmde oynamak fotoğraf bile çektirmezdim diyorum. o an teyzem çimdikliyor aklımı. burunla dalga geçilmez! peki. aman yarabbi neler neler anlatıyor bu kadın. iyi ki artık çok konuşmuyorum.

ellerim ısınmıyor. sanki böyle bir şey mümkün değil gibi. olsa kırmayız ablacığım diyor sanki. ama ısınmıyor işte. ateşim mi var?

bu kadının dudakları ne kadar büyük. ige ve kocası. köfte dudaktanda öte bir şey bu.

/onlar yıldız değil Marambra, senin sinir sistemin/

bu replik yüzünden hiç bir gökyüzün güvenemeyeceğim ben. iyi mi?

/çocukların nerde?
kara gittiler.
kimle
anneleriyle
sen neden gitmedin?
gidemedim.
neden?
gidemedim.. çünkü ölüyorum./

o değil de the fall daki papa-baba karışımı telaffuzdan sonra yine bu filmde aynı etkiyi yaptı iyi mi? bi tuhaf oluyorum. her papa diyişlerinde o çocuklar. neden hiç bilmiyorum.

hala üşüyorum. kahve aldım arada bütün film boyunca elime koynuma soktum bardağı gene ısınamadım.

film devam etti. bir sarılma ve kalp atış sahnesinde ben pek bi tuhaf oldum. bu ara tuhaf olmaya çok meyilliyim belkide.
film bitti. büzüşmüştüm. neden bu kadar üşüdüğümü çözemedim. ışıklar açılmadan montlarını giymeye başladı insanlar. demek onlar montsuz durmuş bunca zaman.

salondan çıktım. cafesinde oturma ihtiyacı hissettim. zira javier bardemin o sahnedeki gözleri gitmemişti hala aklımdan.

bu ara düşüncelerim kelebekler misali uçuşuyor zihnimde. hiç birini yakalayamıyorum. konuşmayı bırak düşünemiyorum bile. bakabiliorum. bakıyorum çok güzel iş düşünmeye gelince yakalayamıyorum sanki aklımdan kayıp gidiyor. sanki gün dönümü gibi. hani dilimin ucunda söyleyemiyoruz dersiniz ya siz. ben söylemeyi bıraktım. aklımın ucunda düşünemiyorum.

bir intihar notu yazacak olsam şunu yazardım özenmez bir yazıyla:
hayatım o kadar güzeldi ki yaşamaya kıyamadım.

uzun uzun cümleler kurdum aslında otobüste gelirken ama şimdi hiç hatırlamıyorum. nasıl getirdim lafı bilmiyorum ama brecht dedik. bir şiiri var.
arabanın lastiği değiştiriliyor.
ne geldiğim yeri seviyorum,
ne gideceğim yeri istiyorum.
öyleyse neden bi an önce değişsin istiyorum.

böyle bir şeydi. kelimeleri tam bilemedim belki. okuduklarımdan aynen alıntı konusunda sınıfta kalırım her zaman. bu işi marlis harika yapar. aman yarabbi o ne güzel bir hafızadır.
ben görüntülerini tutarım aklımda. görüntü görüntü hep. nasıl veririm o görüntüleri size. zihnime bir kamera soksanız. neler anlatırım neler biliyorumdur kim bilir benim bile bilmediğim.


son olarak sartre bana bunu yapmayacaktın!

"yapayanlızım ama, bir kent üzerine yürüyen askeri birlik gibi yürüyorum."

&

durup durup dilime aynı şarkı dolanıyor.
nesnesi çok uzak.
hep aynı şarkının aynı yerinde gözlerim doluyor.
öznesi çok eski.

/iki isim var aklımda.
hiç bir bağlaç konmuyor aralarına./

bak ben telefonsuz yaşayan insan olmuşum. ta karaköye kadar inmiştim de hala daha telefonsuzluğumu farketmemiştim.
nasılsa-

sigaradan tat alamama günleri..
bırak o zaman.
tatlım sen bi dahisin!

10 Mart 2011 Perşembe

kestane beklerken..

evli ve filmli günler devam ederken yavaş yavaş salona yerleşme operasyonum son buldu. battaniye yorgan derken en son yastıkları da kapmamla birlikte l koltuk bana yatak oldu. odanda koca yatağın varken neden buraya geldin sorusuna ise akıllara durgunluk veren cevabım "benim odam soğuk!" akıllara durgunluk veren faslı ise aslında soğuk olması akla mantığa sığmıyor. ama gerçekten soğuk.

uğur her aradığında bende başka bir felaketle karşılaşıyor ve en sonunda tamam ben geliyorum dedi. ev çok kötü çok dağınık hastayım ben dedim. olsun toplarız dedi. ne çok seviyorum ben yahu onu.
hot dog ister misin dedi. yok yok sen gel dedim. sonra durdum "kestanee.." dedim. bunu bir sihirli sözcükmüş gibi söyledim.
evet yaklaşık olarak pazar gününden beri tek öğünüm ıhlamur iken bu sabah canımın bulgur pilavı istemesi(tabiki yemedim) ve akabinde kafamda kokusu tüten "kestanee.." iyileşme belirtisi bence.

pişmemiş getir evde yaparız dedim ama bakalım. pişmemiş bulamıyorum dedi. kulağım kapıda. her türlüsüne razıyım.

8 Mart 2011 Salı

hastalık/ev/film/falan.

bilgisayarı açıp masa üstündeki takvimde "8" görünce panik oldum.
8 şubat!
dedim.
oğuzun doğumgünü dedim.
ama daha geçen kutlamadım mı dedim. kafamdan yaklaşık olarak 1 ay uydurmam mümkün değil dedim. sonra altına kaydı gözüm. "mart 2011" yazıyordu. rahatladım. nefes aldım.

güne boğaz ağrılarıyla merhaba dedik. 1/3 performans çalışan gözlerle ketıla su koydum. düğmesine bastım. geri koltuğa kıvrıldım.
tık sesini duyunca gittim ıhlamur koydum.
evet bu 3 lü artık tanıdık.
bal limon ıhlamur.
bu blog kendini tekrarlamaya başladı.
hayır hayatım hayat kendini tekrarlıyor.
çıkmıyorum bugün evden.
nerdesin emirciğim?
evet gel hayatım. bütün günü seninle geçirmek istiyorum. önce Crna macka, beli macor'un en sevdiğimiz sahnelerini bir daha geçelim.
hıhı evet pitbull-teriyeeer! kısmını mutlaka izleyeceğiz.

sonra underground ile upuzuuuun bir yolculuğa çıkalım. sen ben koca bir aile ve ıhlamur.
emirciğim sen nasıl bir insansın be bebeğim? bu kadar uzun film çekip bu kadar çok ayrıntıyı nasıl düşünebiliyorsun? her sahnesini emek emek dokuduğun o kadar bariz ki. her sahnedeki göz oynamaları düşünülmüş. her şey anlamlı ve abartısız. abartısız derken sen anladım beni.
marko'nun figrünlarla ağlaştıktan sonra şampanya kadehlerini ölçüp daha dolu olanı kendine ayırdığı sahne ise düşünüp düşünüp gülme sebebi adeta.
goran..
goran..
goran...
tabiki de seni unutmadım.
bu hasta halimle kalkıp oynama isteğini bana veren adama börekler açarım sana misafir ol gel bana demek gelir içimden ama dur ben az biraz iyileşeyim öyle.
sonra marlis'in en sevdiği olan arizona dream başlayalım diyorum.

"fish doesnt think because fish knows everything"
johonny deep?
heh evet.
ben de tam onu diyordum.


uçan balık dün gece en son damağımda kalan big fishi hatırlattı durdu bana. derken daha 1 saat olmuştu ki...
çat..
elektrikler gitti..
halbuki daha sırada Time Of The Gypsies vardı..
elektirk gitmesi sandığınızdan da büyük bi problem.
sadece karanlık bilgisayarsızlık ve can sıkıntısı değil. aynı zamanda kombinin çalışmaması. evin soğuması. üşümek..
üşümek..
ve üşümek...

mumlari yaktim bir umit once
aynaya baktim surdum kokular
bir cizik attim kara kapliya vah
vah yine bana kismet yeni acilar....

eşliğinde mumları yaktım. hırkamı giyip yorgan üstü battaniye yaparaktan yattım.
emir kusturica günüm böylece noktalandı. gerçi birazdan arizona dream'e devam edesim var.


bir de istanbul'da kar bir animasyon gibi yağıyor. benden uymuş olmayın da.. öyle yani. bi tuhaf.


ekleme: arizona dreami bitirmiş bulunuyorum.
ve şu replik beni saatlerdir kendime gelmekten alı koyuyor.

"when i was a little girl, i always wanted to fly. from the top of the house. at night, i'd close my eyes, and imagine i was on the roof, looking down at my parents in their bed. and then i'd jump off... and i'd fly... while everyone was sleeping, i'd be soaring around, looking through their windows, flying... and resting in the trees. i always knew i could, but i never told them. once someone knows, they can make you fall.. they can make you fall.."

evlilik.

sanırım şu dünyada evli olmak istediğim adam Tim Burton.



düşünsene kocan salonda oturuyor bir şeyler yazıyor. sen mutfakta yemek yapıyorsun bir anda içerden "honeey come here please!" diye bir ses gidiyorsun ve elinde senaryo "şu rolü senin oynamanı istiyorum birtanem" diyor.



bence harika plan.

vallahi başrol olmasa da olur be hayatım.

bak ne dicem şu karaktere bir şeyler daha ekleyelim. ne dersin?

6 Mart 2011 Pazar

filleri getirin kelebekleri götürün kampanyası.

gemide filminin o efsane repliğini alıp tırnak içine yerleştirelim. sonrada "kafamda" kısmını silip "midemde" yazalım.

evet durumu daha güzel tanımlayamazdık. yardımlarınız için çok teşekkür ederim.

hangisi daha kötü bilmiyorum.
mide?
kafa?
bu konuda biri bana hangisi seç. birinden birini tercih et filler çok zor durumda deseler. küfrederim. saatlerce küfrederim. bıktım artık derim. seçim falan yapmıyorum derim. gitsin filleri de istemiyorum derim.
kelebekler yok mu?
kelebekler uçuşsun.
"amerikan exotica!!!

"havalar soğuyacak."
bu mükemmel bilgi için çok teşekkür ederim. soğumasın ama. bahar gelsin. ya da ne bileyim. midemdeki şu yükseklik korkusu geçsin!
midemi bit pazarında yok pahasına satıp yerine yenisini almak istiyorum.
böylelikle hepimiz çok daha fazla mutlu oluruz.

-yarın hava nasıl olacak?
-çok soğuk.
-hadi ya.
-ama en soğuk salı olucak. çarşamba ondan biraz daha soğuk.

kafam mı güzel benim?
o değil de çamaşır suyu içsem bu mide düzelir mi ki?

3 Mart 2011 Perşembe

bahar flashbackleri.

bahar gelince bende flashback zamanları başlar.
böyle bahar rüzgarları bir tuhaf yapar beni. baharın bu hali günümüzü yaşamaya engel olur bana. hep geçmişte dolanıveririm. ne kadar geçmişe gittiğimi hiç bilmem. çünkü belli bir bahar sonrasındaki baharları hiç olmamaış kabul ediyor sanırım beynim. hayatında bir tek film izlemiş bir insan gibi. o filmi hatırlamak ve daha sonralarında o filmi hatırlarkenki halini hatırlamak gibi.

hava böyle olunca benim gönlün bir dalgalanır.
ferhan şensoy kulağımı çeker inceden,
"dalgalanma deli gönül,
dalga kıran sert olur."
dur be ferhan abiciğim. bak ne hatırladım.

geçmiş zamanın mart nisan civarları.
her akşamüstü idille donkişot'a gider oturur konuşurduk.
o zamanlar daha sigara içmiyorum.
tek tük marlbora light yakıyorum. arada o da.
elif şafak okuyorum. ya araf ya baba ve piç. tam hangisi bilemedim.
şebnem ferah konserine gittiğimiz geliyor aklıma. öncesinde iki tek atmalar.

bir şarkı geliyor dilime,

çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman..

idille konuştum az evvel.
iyi geldi.
bu flashbackler her zaman açılması zor sayfaları hatırlatacak değil ya?

tutsak değildik zamana.. başına buyruk yaşardık..

2 Mart 2011 Çarşamba

günlükleri yakmak.

dün 1 mart yazısını yazmış tamamlamış ve yayınla bakalım demiştim ki açılan sayfa bana bloguna erişemezsin yazısıyla bezenmişti.
nevrim döndü.
nasıl yani nasıl nasıl nasıl?
manyak mısınız siz dedim.
nasıl mahkeme kararıyla engellenir?

blog kelimesinin üstüdeki kaymağı alıp kenara koyup içeriğine bir göz atalım şimdi. ne demek blog?
"ağ güncesi" diye bir tanım yapıştırıyor ayfer tunç yaşlı başlı bir kadının ağzından "bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi" isimli kitabında.
ağ güncesi.
internet günlüğü.
günlük ne kadar hassas bir kelime bildin mi?

herkesi toplayıp artık günlük tutmayacaksınız demek ne kadar saygısızca, manyakça ve daha sinirden sayamadığım bir kaç sıfatça bir durum.

bir insanı düşüncelerinden, hayallerinde dem vurarak yargılamak, cezalandırmak kadar ahmakça bir şey zaten tasavvur edemiyorum. bunun yanı sıra insanların istediklerini düşündüklerini, bildiklerini yazdıkları bir alanı siz bunu kötüye kullanıyorsunuz en iyisi kullanmayın siz bunu diyerek kapatmak, "siz bizim hakkımızda kötü şeyler söylüyorsunuz. bunlar doğru da olabilir, olmaya da bilir ama ben uğraşamam bunlarla kapat dükkanı boşalt boşalt" mantığının hala bu kadar yakın içimizde ve günümüzde olması tam bir cinnet sebebi.
"siz bunu kullanarak kötü kötü şeyler yapıyorsunuz, haksız fiil oluyor o, benim bunlarla mücadele edecek gücüm mantığım yok en iyisi kapatalım" mantığı 8 çocuklu bir annenin en küçük çocuğu balkona çıkar da aşağı atlar korkusuyla balkonun kapısının kolunu saklaması gibi bir şey ki bu kadar anaç da değil aslında.

1 Mart 2011 Salı

ne olur tut ellerimi.

1 mart. şubat bitti. şubat zaten bereketsiz ay. 2 gün eksik diye yarım diyen bile gördüm.
mart.
ilk bahar.
ama herkes bilir, daha ilk bahar gelmemiştir.

bugün ipeki beklerken başucumda müzik karıştırdım.
bu kitap benim dostta oyalanma kitabım. evime getirmedim hiç ama ne zaman dostta birilerini bekleyecek olsam usulca bir ona da uğruyorum.
genelde uzun uzun şu satırlarda oyalanır çalan şarkıyı da oyunuma katar bir salıncak hayal ederdim.


"eğer,hayatımızın herhangi bir an'ına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim.biri,o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken...
öteki,bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün..
herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu.
ama aslında bu kadar basitti işte:
birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan aşıksın..."

ama bugün başka bir yerde yavaşladı adımlarım. orda kaldım uzun uzun.

'Sen romantik saçmalıklarla zaman harcayacak, bütün hayatını bir adamın gün boyu değişen davranışlarını izleyip manalar çıkartarak geçirecek bir kız değilsin, aradı mı aramadı mı, seviyor mu, sevmiyor mu, niye öyle dedi de böyle demedi diye elinde mendil yaşayamazsın, onun için senin aşık olduğun değil, seni seven biriyle evlenmen en iyisi..'

bıraksalar daha epey daha bu cümlede kalabilirdim sanıyorum. ama neyse ki ipek "nerdesin" diye mesaj attı. "içerdeyim" dedim. kitabı kapatıp "sen olsaydın yapmazdın biliyorum"'un yanına bıraktım. hiç bir şey olmamış gibi arkamı döndüm ve ipeke sarıldım.
gün içinde de hiç açmadım ona bu konuyu başka şeylerden konuştuk. fernando'nun kafamı nasıl allak bullak ettiğinden, biraz daha devam edersek benim için en iyisinin muhasebe memuru olmak olduğuna karar vereceğimi anlattım. güldü.

sakarya kızılay hoş ama yetmiyor artık bana. hakikaten yetmiyor. aramızda kuşak farkı varmış gibi hissediyorum.
ankara tam bir ebeveyn.
ankara demişken ankara biradır, 70'liktir. başka da bir şey değildir.

yazının başlığı da tam olarak şurdan çıktı.

"bu şarkı
sanki sen yazınca bile gerçek gibi
oluyor."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...