5 Ocak 2012 Perşembe

bir zamanlar anadolu'da

"kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. her tepenin ardında "yeni ve farklı bir şey" çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar.."




iki ay önceydi heralde. fitaş afm 21:00 seansına gitmiştik. 12 de çıkmıştık. karanlık bir yol filmiydi. bir ceset peşinde 3 araba, 2 arabada beşer kişi, diğerinde 3 asker 3 saat yol gittik. arada durduk, kazdık, çiş molası verdik, sinirlerimiz gerildi, top gibi bir ağaç aradık. ders aldık, ders verdik, bu işler senin bildğin gibi değil dedik, bir muhtara konuk olduk, muhtarın sıkıntılarını dinledik, bittabii morg şu ahir hayatta en önemli şey dedik. belki de birileri ölmeden asla kıymetini bilemeyeceğimizi fısıldadık kulaktan kulağa, sonra muhtarın kızı geldi, tekne kazıntısı olan, güzelliğine 13 erkek bir de biz bakakaldık...


çıktığımda dolmuşa bindiğimde kulağımda hala cast akarken ki otopsi yapma sesleri vardı. ve neden diri diri gömüldüğünü sakladı sorusu..


2 gün önce zafer tunaya kültür merkezinde oynuyordu. saat 19:30 seansına tekrar gittik. ikinci kez film izlemek çok adetim değildir esasen. ama bu filme gitmem gerekiyormuş. zira kaçırdığım bir sürü "detay" farkettim ki bahsettiğimiz yönetmen için film demek detay demek. bu detayları kaymaktan sıkıldığım içinde farkettmedim. yine elmanın yuvarlanışını hayran hayran izledim, ama bu sefer elmanın sınırı zorlayışını hissettim. ama gidemedi. gidip gidebileceği en son nokta o ağacın köküydü son bir aşırtma çabası boşaydı. o sadece biraz önceki yerde kalmamanın sevincini yaşayabilirdi gerçi eninde sonunda çürüdükten sonra nerde çürüdüğünün ne önemi vardı? nerde çürüdüğünün bir önemi yoktu da giderken yaşadığın maceranın tadı mühimdi. 


sonra muhtarın evindeyken kazmaları olmadığı halde sürekli kazma kürek diye bahsolan ikili. hani şu "otomatikman" koşmaları gereken. onların dışarda, arabanın yanında, arkada, arada derede yaptıkları muhabbet, onlara savcının şöyle bir bakışı. bunu ilk izlediğimde görmemiştim, görsem de önemsememiştim mesela. 


utku mütemadiyen sen kırmızı ışıkta durmaya bile dayanamayan bi insansın bu filmlerin nesini seviyorsun diyor. bunu diyen bir sürü insan hatrına nuri bilge ceylan filmlerini savunma saiki olmadan şunu demek isterim. çok gerçek. yani doktorun otopsi öncesi odasında bekleyişi, uzun uzun bir oraya bir buraya bakışı beni filmin içine alan yanı. çünkü o boşluk anında ben düşünmeye başlıyorum. ben o doktor olsam, şuan o odada napardım? iki şey arası olan o daracık müphem boşlukta insan ne yapar? sen ne yaparsın? açıp facebooktan iki fotoğraf mı beğenirsin? 3 5 tweet mi okursun? bütün gece aradığın cesedi birazdan otopsi yapıcaksın, uykusuzsun ve önünde hiç bir şey yapmaya değmeyecek olan dakikalar var. gece boyunca sana verilen "burlarda adet böyle doktor" demeçlerini düşünürsün. "burda gerekirse göbek bağını kendin keseceksin, yok kesemem dersen alırlar iki dakikada çapını" laflarını çınlatırsın kulağında, komser nacinin saf çocuk diyişini düşünürsün, hakikaten saf mıyım dersin belki, dokunduğun diğer 12 insan hayatına bir göz atarsın, savcının anlattığı başından tahmin ettiğin şu dehşet güzel kadını düşünürsün, çocuk hakikaten katilin çocuğu mu dersin, komserin çocuğunu düşünürsün, kendi çocuksuzluğunu sonra elin istemsiz fotoğraflara gider, eski fotoğraflara, özlenen anılara, artık olmamasının nedenini sen bilirsin, bize anlatmazsın. çocuk istemedim zaten dersin. 


doktor anlattı bize bu hikayeyi, arabın sözünü dinledi ve elektiriklerin kesik olduğu bir gece hepimizi etrafına toplayıp bir zamanlar anadolu'da diye başladı lafa. sonra, "Gene yıllar geçecek ve geride benden bir iz kalmayacak / Yorgun ruhumu karanlık ve soğuk kuşatacak" dedi hikayenin bir yerinde hepimzi efelendik, "naptın doktor dedik, ölmeden mezera koydun bizi" hiç birimizin aklına gelmedi o saatte o karanlıkta o cesedin nerden çıkacağının belli olmadığı topraklarda ağaca elma için zıplamak ama arap zıpladı. biz hepimiz neden adamı bağlamışlar diye tırnaklarımızı yerken, arap iki üç kavun buldu eve götürmek için. lpgli bagajına sokmak istemediği cesedin yanı başına kavunları bıraktı pıtır pıtır. arap alem adamdı, sıkıntısı bol adamdı. ama işini bilen adamdı. yani hangi ayıya nasıl dayı denir bilirdi. anlamasa bile ki çünkü bazı insanlar anlatmaz sadece bağırır hemen hak verirdi. ama arkandan da lafını esirgemezdi. "ölü parası, diri parası demeden" fazla mesaileri toplayıp evinin ikinci katını insan bedenlerinden, suçtan çıktığını söyleyiverirdi.


bir de işin kurgu günlüğü kısmı vardı. ilk seyredişim günlüğü okumadan önceydi, günlüğü okuduktan sonra şu şu şu sahnelere bir daha dikkat edeyim demiştim ama açıkcası pek dikkat edemedim. günlüğü okurken bir filmin senaristi yönetmeni olup da kurguyu başka birine bir insan nasıl emanet eder onu anlamaya çalıştım. kurguda film bambaşka bir yöne bile kayabiliyor çünkü, bunu yapan yönetmenlere biraz daha mesafeli durmaya karar verdim. zira günlükte bir çok sahnenin yer değiştirdiğine değiniliyor. bir çok sahnenin zaman sebebiyle atıldığından ve sesle ilgili sıkıntılardan bahsediliyor. sesle ilgili sıkıntıları ilk izleyişimde çok farketmemiştim ama ikinci de belki dikkat ettiğimden genelde olmasa bile bir kaç yerde gözle görülür bir ses problemi hissediliyordu. (bkz.gözle görülür şeyleri hissetmek)


üstüme hiç vazife olmadığı halde teknik konulara girmişken renklerden de bahis açmak istiyorum. zira bu filmde beni en çok ısıtan şey sanırım renklerdi. en çok kullanılan sarı renk ve tonları o karanlıkta boz kırda salınan otlar.. biri piyano çalarken hiç içine baktınız mı? tokmakların tele vuruşunu izlediniz mi? ben de o hissi uyandırdı. ya da gizli bir el o otlardan arp yapmış da onu çalıyor gibi...


demem o ki, bence hala daha sinemada oynuyorken, ve zafer tunaya kültür merkezinde 2 lira iken gidin izleyin.


ha bir de savcıyla ilişkin.. sırf doktoru şaşırtmak için başladığı bir hikayede..
dediği gibi, kadınlar bazen çok acımasız olabiliyor...






not: dolmuşta düşündüğüm soruya bir kaç cevap buldum esasen,
belki, çocuk ilerde gerçek babasını öğrenirse çok nefret etmesin diye,(nefret çoğalıp azalan bir şey midir ey okuyucu?)
belki, diri diri gömülmesi cinayetin mücavir alan dışında işlenmesi sonucunu doğuracak, ve bütün prosedür jandarmanın üstünden tekrar başlayacak diye,
ya da belki de sırf bir günde 2 ölüm nedeni aydınlatmak ağır geldiğinden... 
belki bir günde iki ölüm aydınlatmak ağır geldi doktora?

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...