26 Nisan 2012 Perşembe

ta-kın-tı-.

hasta olunca duygusallaşıyorum. bu konuya daha önce de değinmişimdir.
insan keşke hatırlamak istediklerini seçebilse.
"sen, sen bi de sen gelin benimle."
bu kadar basit olsa keşke.
ama beyin öyle ibnetor ki. sana sormuyor bazen ne hatırlasak ipekçim tam şu müzikte diye.
kendimi akşamdan kalma gibi hissediyorum. o son shot'ı atmayacaktımdan da fenası, o sondan 4 önceki dubleyi içmeyecektim diyorum. zira sarhoş olduktan sonra elimin beynimin ayarı yok.


şimdi şöyle bir şey var ama bence siz dinlemeyin. ben dinledikçe fena oluyorum zira.
nerden neler hatırlıyorum bilmiyorum. ama yağmurun en güzel yağdığı, iğde ağaçlarının en güzel koktuğu yerlere gidiyorum usulca.
iğde ağacı konusunda takıntılıyım.
istanbulu sırf iğde ağacı kokmuyor diye terk edebilirim.
sözlükte duyuru açtım bu şehrin ne tarafı iğde iğde kokar diye biraz geyik malzemesi oldum.halbuki baharı getiren o kokudur. o kokuyla insan ne güzel sarhoş olur. bahçeköy tarafları dedi biri. gidip bi bakmak lazım. delirmedim. bahçeköy nerde biliyorum. olsun. denemek lazım bi şansı. baharın gelmesi lazım. saman nezlelerinin bahar emaresi olmadığı yerler bulmak lazım. nezleyi geçirmek lazım. koku almak lazım. ya da belki de iğde ağaçları yanından geçiyorum da sırf burnum koku almıyor diye o mutluluğu kaçırıyorum. bak bunlar hep camı açıp bağırma nedenleri.
akşam üstü kokar bak en çok.

insan beyninde değil bak aslında suçun hepsi. insan öyle gereksiz şeyleri saklıyor ki elleriyle. beyin hep ellere güveniyor. hakikaten bazen her şey nereye koyduysan orda oluyor. neden oraya koymuşsun hiç bilmiyoruz.

işte tam şuan bak. o kapılar çarpıyor ya hani. nerde çarpıyor o kapılar? kapılar çarpmasın. kapatalım. pencereleri de kapatalım. ceryan yapmasın. havaızlıktan ölelim.
son bi kadeh daha içelim.
sonra herkes uyusun.. ben koltuka akan bir saat gibi cuk diye oturmuş. rimeli kalemi akmış gözlerim ve bütün sürrealistliğimle daliye selam çakıp "sabah patatesli omlet yapmak lazım" diyeyim. "mideyi o toparlar anca." yumurta seviyor ol. yumurta sevmezsen kahvaltılar çok anlamsızlaşır. çay ister bir de yanına. çay demleriz. güzel kaçak çay, kaçağını fazlaca kaçırmadan.

23 Nisan 2012 Pazartesi

günün en güzel saatleri oscarı

günün en güzel saatleri lenslerimi çıkarıp hunharca gözlerimi avuşturduğum zamanlar.
evet. başlıyorum birazda.

not: buraya bi ara "kırışıklıklar" ve "sezuan'ın iyi insanı" ile ilgili yazılar gelecek.

20 Nisan 2012 Cuma

film festivali-11-kabuktaki çatlaklar

festivalin en beğenilen filmiydi sanırım. güzel bir filmdi. black swanı daha evvelinde izlememiş olsam çok etkileyici bile derdim. fakat öyle olmadı.
ben, bana sürekli başak filmleri anlatan filmleri pek sevmiyorum. ama yine de bu filme bi kıyak geçtim. kaldım. görkemli değildi. ama hırçındı.
başroldeki kadın gerçekten danimarkalıymış ve film için almanca öğrenmiş. film metnini bile kendisi dancaya çevirmiş. aksanının bozuk olması da zaten film içinde aynen bu sebeple anlatılmıştı.
filmde en takdire değer, en hayran olunası olan  engelli kardeşti. mükemmel bir oyunculuk ve  dramı vardı. filmden sonra yönetmen ve başrol oyuncusuyla olan söyleşide "o ouncu gerçekten hasta mı?" diye soran bile oldu.
aslında şuan filme gerekenden çok daha az heyecanla yaklaşıyorum. bunun nedeni hayal kırıklığı. bazen yönetmenli söyleşilere katılmak beni aptalmışım gibi hissettiriyor.
filmde hoşuma giden şeylerden biri kadının güçsüz ve ezik kişiliğinde yönetmen sayesinde bir güç keşfetmesi. ve bu gücü neyle nasıl kullanacağını bilmemesi. neye yönelteceğini bilemediği bir tutkusu vardı diye düşünmüştüm ben.
çünkü filme tiyatronun yanında bir de yakışıklı kaslı metro işçimiz var. kandırılan çine gitmek üzere olan bir metro işçisi.
hanım kızımın muazzam bir atarla oyunu bıraktıktan sonra klasik bir şekilde intihar ediyor ve iyileşir iyileşmez metro işçimize koşuyor. metro işçimiz buna asrın ayarını verince de yönetmene gidip al beni ne yaparsan yap diyor.
ben de gayet nacizane yönetmene kızın neye yöneleceği belli olmayan tutkusunu sorup bunu eğer metro işçisini bulsaydı onunla çine gidecek kadar ne yaptığını bilmez dememle birlikte yönetmen ne çini dedi. çin mi ora nere dedi hatta adeta.
işte o zaman büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. böyle yönetmenlerden hoşlanmıyorum. aptal yerine koyuyorlar izleyiciyi. yani bu şu demek. bu film aslında metro işçisiz yazıldı ama sonra baktık çok kısa oldu. biraz daha uzatmak için öyle bi hikaye ekleyiverdik.
bu filmin çok güçlü bir konusu vardı mesela. bonzaiden daha ağır bir şeyleri ama bonzaide doldurma bir sahne bile yoktu. cehovçu değilim orda duran silah mutlaka patlasın demiyorum. ama oraya konan silah bi şeyleri doldursun istiyorum. o silahın rengi düşünülmüş olsun istiyorum. bonzaide okunan her kitaın bile bi anlamı vardır eminim.

kabuktaki çatlarklar ve bilekteki kesikler ilişkisi fena değildi ama. onunda kızın söylemesinden ziyade adamın farketmesini isterdim.

16 Nisan 2012 Pazartesi

festival filmleri-10-bonzai

yumuşacık pamuk şeker gibi. kendi içinde mutsuz ama mutlu eden bir film.
filmin en başında eşşek kadar spoiler geliyor yönetmenin ağzından. filmin sonunda kız öluyor diyor. ama bunu öyle başta ve öyle ruhsuz söylüyorki aldırmıyor hatta inanmıyor insan.
sonra marcel proust görünce insan daha bi seviniyor.
julio çok komik bir adam aslında. aslında diyorum çünkü esasen melankolik bir yapısı var. naif kırılgan ve yenilmeyi kabul edemediği için sevgilisine ünlü bir yazarın kitabını redakte etme işini iş aldığını söyler ve büyük bir cesaretle yeni sevgilisine eski sevgilisiyle yaşadaıklarını anlatan bir kitabı sunuverir.
ilişkisini savunmak ister aslında her fırsatta dışardan bakan bir göz olan yeni sevgilisine. ilişkisini uslubundan daha çok sahiplenir. yazarlığından daha çok anılarını seçer.
aslında anlatmak istemiyorum bu filmi her şeyini çok sevdim. diyaloglarını kitaplardan alınan cümlelerini, olaylarını, ayrıntılarını... barbarayı bile çok sevdim.
utkunun asık suratlı diye dışladığı emilia'yı ise hem sevdim hem anladım. julio ve ben ona hak verdik. "10 yaşında olmuş olsan bile" dedik.



en çok bar sahnesindeki "sıkılmak" ve "sen bilirsin"e ilişkin diyaloğu sevdim.
kayıp zamanın izindeli güneş yanığı da çok güzeldi.
bir de beni en çok blanca'nın zaten yalanla başlamış bi ilişki ikisi de proust okumamış ki demesi düşündürdü. hakikaten kız da okumamış olabilir mi dedim. juloi o kıza en çok bu sorunun cevabı için ulaşsın istedim.
son zamanlarda izlediğim en güzel aşk filmi olabilir bonzai. doku olarak wristcutters a love story dokusu var. o filmde de böyle umursamaz ama tutkulu bir şeyler vardı. umursamaz ama tutku. bak bunlar çok ters kavramlar aslında. dilim bile ikisine aynı cümlede dönmedi.

15 Nisan 2012 Pazar

festival filmleri-9-oslo 31 agustos

aşırı klasik bir uyuşturucu müptelası filmiydi. bu kadar klasik bir hikaye bu kadar klasik bir şekilde ve bu kadar klasik bir sonla anca bu kadar çekilebilirdi heralde.
hayır bir para harcıyorsun, bir bütçe zaman ayırıyorsun çok daha güzel ve orjinal şeyler bulabilecekken neden bu kadar denenmiş bir şeyi, bu kadar sıradan yapıyorsun?
hoş bir iki sahne ve diyalog vardı. ama dediğim gibi. bağımlılık filmlerinde jubilem reqiem for a dream'dir ötesini ne gördüm ne duydum.
oslo 31 agustos için de bomboş bir film diyemem hani de beni etkiledi de demem.

işin tuhafı filmden bi sahne koysam dedim. bulamadım. bu kızı çok güzel bulduğum için ve bütün sırt fetişleri için bunu koyuyorum sanırım.

festival filmleri-8-onun geldiği gün

siyah beyaz olduğunu farkettirmeyen siyah beyaz bir kore filmiydi.
filmde yaratıcılığı tıkanmış bir yönetmenin işsiz günleri anlatılıyordu. komik sahneleri ve durağanlık ve motomodluk içinde komik duran replikler vardı.
filmden ilk çıktığımda ılımlıydım. ama sonra j'adora doğru yürüyüp bi sigara yakınca aslında filmde kadının epey ezilidiğini ve hatta biraz da aşağılandığını erkeğin bir yönetmen içinde yüceltildiğini hissettim. aslında ben çok böyle çıkarımlar yapmayı sevmem. ama erkeğin kadınların hayatına halaya ortadan katılır gibi katılıp iki tur sonra çekip gitmesi anafikrini işleyen filmlerden hoşlanmıyorum. sonra bütün halayı ona göre ayarlamış kadının yıkılışını görmeye dayanamıyorum. kadın her şeyini bu kadar bir erkeğe bağlayacak kadar aciz değildir. olmamalı.
kadınların hayır diyememeleri vardı. bu da ayrı bir sinir olma sebebiydi. öylece bırakıp gitmeler...
yine de sıkılmadan izlediğim bir filmdi. eğlendiğim güldüğüm sahneler bile oldu.
ha ama filmin fotograf olarak çok güzel sahneleri vardı. siyah beyazlık ise gerçekten filme çok yakışmıştı.


evet feminen damarlarım nasıl kabardıysa bu sahneyi itinayla aradım buldum koydum.

festival filmleri-7- alpler

evet festival bittiğine göre artık küstüm ve muratın nazarı değemez kültürel aktivitelerime ve festival görgüsüzlüğü yazı dizime gecikmeli olarak ama korkusuzca devam edebilirim.

alpler, tuhaf bir filmdi. açıkcası konusunu okuduğumda çok etkilenip haftasonu pahalı bilet kontenjanından biletleri alıvermiştim. beklentimin bu kadar büyük olunca tabii altında kaldı. ama mekanikleşmeyi, insanın kendi hayatını başkalarına kira vermesi halini aslında kendi bedenini başka hayatlar için kiraya vermek daha doğru bir tabir.

ölümden ziyade birini nefret ederek hayatından çıkarmak daha mı kolaydır?
birinin ölmesindense, seni aldatması daha bi atlatılır şey midir?
ben filmden açıkcası bunu hissettim. yani bi kaç olayda sanki ölen kişi rolü yapılırken  hani bizim için çok değerli olan ölen kişi htırası bozdurulup bozdurulup harcanıyor gibiydi.bu arka hikayeydi. ana hikaye insanın mekanikleşmesiydi. ama insan mekanikleşmesi için benim hayatımda gördüğüm en iyi film şüphesiz "gişe memuru"
neyse konumuz bu da değil. alpler'in karışık bir kurgusu olduğu su görütmez bir gerçek. çok hikayeli ama hikayelerin hiçbiri  su üstüne çıkmayacak kadar bulanık. işin kötüsü bir çökelme de olmuyor. yüzmeye çekindiğin bir su oluyor. neyden korktuğunu bile kestiremiyorsun. filmden çıktığımızda asmalıya gider iki tek atarız falan diyorduk. filmden çıkınca üstümüzde öyle bir ağırlık oldu ki cumartesi gecesi tıpış tıpış eve geldik.


en etkileyici sahne benim için hemşireye yapılan sadakat beceri testiydi. resmen baştan ayağa ürperdim.

6 Nisan 2012 Cuma

festival filmleri-6-yukarıdaki çocuk

buram buram kapitaliz, bir çocuk hırsızlık ve anne özlemi.
mükemmel bir filmdi. özellikle belki de 11 yaşındayımdan sonra denk gelmesi ayrı bi güzellik oldu.
filmi kabul etmek istemedim. hayır yalan söylüyor dedim. olamaz dedim. bunu bana yapan filmleri seviyorum.

12 yaşındaki o çocuğa sarılmak istedim. bana bu hissi veren filmleri gerçekten çok seviyorum.

festival filmleri-5-11 yaşındayım




kominizm. bir çocuk. bir gömlek.
çocuksuluk. bir sürü olay olurken saklambaç oynamak.
herkesin bir şeylerden bahsettiği bir yerlerde kelimelerin altına saklanmak.

4 Nisan 2012 Çarşamba

festival filmler-4-the deep blue sea

şimdi bütün filmlerim türkçe isimlerine yer verirken neden bu filme böyle bir torpil geçtim. ilk önce bu soruyu fizyden dinleyeceğiniz şu şarkıyla laf kalabalığına boğmak istiyorum.

"between the devil and the deep blue sea"


filme gidişim tam bi akbank reklamı tadındaydı. 9'a kurduğum saati itinayla önce 9 buçuğa sonra 10'a erteledim 10 da da kalkamayıp, tam alt kattaki köpeğin havlamasını gözümü daha iyi kaparsam duymayacakmışım gibi hissettiğim anda yataktan zıplayıp saate baktım. saat 10:36'tü. ve 11'de taksimde film vardı. ne giydiğime bakmadan koşarak evden çıktım. otobüste saate baktığımda 10:42'ydi. yetişeceğime dair inancımı hiç kaybetmeden tırnaklarımı yerken şişhaneyi geçtik tepebaşından yardırdık ömer hayyamda incem ben dedim. aradan koşup beyoğlu sinemasına doğru kendinde olmayan bir terzinin elindeki makas gibi kumaşta süzülürcesine içeri girdim bileti kapıdaki kadına verdim daha başlmadı değil mi dedim butün bu şiirselliği o an o lanet kadın mahvetmeseydi hikayeyi burda bitirir filmi anlatmaya başlardım. ama kadın yanlış bilet dedi. fitaş için sizin biletiniz dedi. kadına adeta rica etsem burda da bu filmi gösterseniz dercesine baktım. kadın isterseniz burdan bilet alın yetişemezsiniz dedi. şansımı denemek istiyorum dedim. ve kendine gelmiş bir terzinin yırttığı kumaşı dikiş makinasında işe yaramayacağını bile bile dikişi gibi seri adımlarla fitaşa gittim. 2. kata çıktım. başladı mı dedim. geçin geçin hemen bulduğunuz yere oturun başlıyor dedi adam. oturdum film başladı.


şimdi 18. yüzyıl 19 yüzyılda burjuva kesiminde kadının sıkılganlığı maceraperestliği ve aldacı olması üzerine bir çok roman vardır. 20. yüzyılın ingilteresinde de yine aynı olay aynı klasik şekilde filme alınıyor aslında. filmi izlerken bi anna karanina geliyor, bir madam bovary, bir de benim herkesten ayrı tutup en çok sevdiğim henritte. bu romanlarda aslında erkek yazarın kadını bir çeşit uyarması vardır. tolstoyun bu konuda ne kadar saplantılı olduğu karısıyla ilişkisinden bellidir aslında. adam kadının sırtından sopayı kardnından sıpayı mantığıyla 12 çocuk yapmıştır. ayrıca eserlerini büyük çocğunlukla karısı temize geçmekte ve redaktörlük yapmaktadır. benim şahsi düşüncem sırf bu yüzden krutzer sonat ve anna karaninayı yazdı. gözün dışarda olmasın bak kadınlar ne hale geliyor dercesine. evet bu eserlerde genel mantık budur aslında. aldatan, ve kalbinin peşinden koşan maceraperest kadın asla mutlu olamaz. öyle ya da böyle ya o aşkı kalbine gömmek zorunda kalır ya da tutunduğu dal da kurur. çünkü kadın kurutan bir şeydir.
bunlar hep tutkulu kadınlardır. bir henritteyi tenzih edebilirim. ahh... o omuzları güzel kadın. ne kadar naiftin sen!
kadın tutkuludur. erkeğini sahiplenir, sarar ve bunaltır.erkek kadının onun için yüz çevirdiği hayata aldırmaz bile. tamam bir kadının ben bunlardan vazgeçtim ödülümde sen olmalısın şeklinde hezeyanlarının olmasını tasvip ediyor değilim. ama onca şeyi bırakan kadın bi doğumgünüsünün hatırlanmasını hakediyordur be!
şimdi sevgili okur sen diyeceksin ki, e onun için o önemliyse kocası zaten böyle şeyleri unutmayan ihmal etmeyen bi adam neden bu kadın macera peşinde?
bak eğer bu filmi izleyip bunu söylüyorsan filmde çok can alıcı bir noktada uyumuşsun demektir. bu güzel kadın bir yer de
"but boring"
diyor kaynanasına.
neden diyor? çünkü senin gibi düşünen kaynana tutkunun çok riskli olduğunu sıcak huzurlu bir bağlılığın her şeyden garanti ve güzel olduğunu ileri sürüyor. bu yüzden bu kadın savaşa tutkusu olan bu adamı bir yargıca yeğliyor.


peki sonu ne oluyor deme bana...
tamam sonu o kadar da hayır değil. o güçlü kadın sevdiği adama yalvar yakar ağlayan aciz bir kızcağıza dönüşüyor ama bunun nedeni adamdaki değişim. adamdaki tutkunun yerini golf maçlarına bırakması.

tutku kötü bir şey midir? bunu soruyorum iki gündür kendime. biz yeşilçam olarak sevgi emekti diyebiliyoruz da sevgili terence davies sen bi tutku şudur diyemiyorsun buna yanıyorum ben işte.

3 Nisan 2012 Salı

festival filmleri-3-kopma


iksv kataloğunda filmin sayfasında bu vardı. benimde en çok sevdiğin sahne buydu sanırım. 
filmin konusunu okuyunca insanın aklına ilk bi ölü ozanlar derneği ya da koro filmleri canlanıyor. türk sinemasından örneği ise yumurcak iş başında mı ne sezercikle tombilinin bi filmi vardı o geliyor ister istemez. ben zaten polisiye dedin mi de yılan hikayesinden alırım. neyse konumuz bu değil. açıkcası film benim görsel yolculuk tanımımı karşılamadı. güzel yoğun duyguyu veren bir filmdi ama ben bi filmi izlerken ha bire başka filmler aklıma gelince mutsuz oluyorum. andrien brody'nin sabit mimikleri yüzünden pianist geldi aklıma bi, kızın yüzünün al allığı sinir krizi geçirerek ağlamaları bırakma beni değişleriyle bi leon göz kırptı zaten konu itibariyle yukarda iki filme atıfta bulunmuştum. lakin bu filmde öğretmenin farkı aslında umutsuz olması. ve diğer insanlara da inanmadığı bir şeyi vermeye çalışması. tam olarak ben neler gördüm sizden mi korkucam sizin ciğerinizi bilirim gibi değil. tam aksine umursamaz. ama umut veren. 

bu arada beyoğlunda kalabalık filmde arkadan izlenmezmiş bunu öğrendim bugün ben.
ha bir de film adera levent üzümcü kafası manzaralıydı. canım benim ne asabisin sen öyle.
bir de film başlayınca sağ arka taraftan bi "kafaları eğelim lütfen" anonsu geldi ki beni benden aldı adeta.



festivalle alakasız kişisel not: bugün başkasının hayatını ödünç almış gibiydim. ayaklarım beni taşımıyorlardı sanki. üzerlerinde gezinen başkasıydı. ya da belki de ayaklarım bana ait değildi.
üşüdüm bugün. her yerde peşimi bırakmayan bir cereyan vardı sanki. her tarafım tutulmuş gibi. kapıyı kapatın diye bağırmak istiyorum. çok istiyorum...

festival filmleri-2-unutulan topraklar


bugün için kendime çok güvenmiştim. sabah ilk iki borçlar dersine girip sonra fitaş afm de 11 seansına yetişip, ordan 13:30 kopmaya koşturup akabinde ingilizce kursuyla günü kapatmayı düşlemiştim. ilk etapta fire verdim. derse gidemedim. 10 buçuk gibi kalkıp filme biraz koştur koştur yetiştim.
filmin güzelliğine oranla salon bomboştu diyebilirim. elif bunu imdb puanının düşük olmasına bağladı. tamam mükemmel değildi belki ama güzeldi etkileyiciydi.boğaza iki düğüm atıverenindendi.
sonunu bildiğin bi hikayeydi tabiki ama sonunu bu kadar biliyor olmak hiç bir şeyi değiştirmiyordu. düğünün eğlencesini bozmuyordu. yağmur altında yanında oturmalı yeri olan motosikletle şehirde gezme keyfini değiştirmiyordu. ben sonunu bilmiyormuş gibi kıskandım anyanın gelinlinle o kasada şehri gezişini. o kadar vodkayla ben sarhoş oldum onlar bana mısın demedi. 
belki de içinde akordiyon olduğu için bu kadar sevdim. 

1 Nisan 2012 Pazar

festival filmleri-1-satıcı

festival görgüsüzlüğü çerçevesinde gittiğim filmlerin biletini koymak suretiyle keyfimce yorum yapacağım. iyi seyirler.


bugün iksv film festivalindeki ilk filmimi süpriz olarak gördüm. elif fazladan biletim var dedi koştum gittim.
bir araba satıcısının satıcıkolikliğini-işkolikliğini karlı bir şekilde anlatan bir filmdi. bu sene bu kadar çok kar gördükten sonra karlı beyaz bir film beni biraz daralttı açıkcası. güzel sahneler vardı ancak bitmesi gereken yerde bitmeyen filmlerdendi. bir normal yerinden bir 15 dakika önce bitse sonu çok güzeldi derdim. ama sanırım. gereksiz uzatmayı ve bir satıcı iyi bir satıcı olacaksa insanların  hayatına burnunu sokar ama bu samimi değildir iş gereğidir bu da böyle biline mesajını vermesinden çok hoşlandım diyemem.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...